<

Aslında bu herkesin kendisine sormuş olduğu bir soru değildir. Kimileri için de tamamen anlamsızdır; çünkü ne böylesi bir derdi vardır, ne de çevresinde olup biten böylesi benzer şeylere yönelmiş kişilere karşı ilgisi.
Kişisel Menkıbelerin açtığı yolların farklılıklarını sorgulmadan, bu soruyu kendime soruyorum, şimdi. Dünyanın bir sürü nimetinden yararlanmak, deli gibi tüketip, hiç bir şeyi tasa etmeden kendi kendime yaşamak varken, beni dürten ve başka şeyler sormama sebep olan nedir, diye?
Ya da, yaşantımın belirli dönemlerinde, neredeyse periyodik olarak karşıma çıkmış birbirine yakın nitelikteki problemlere bulduğum çözüm yöntemlerinin teker teker kendisini tüketmesi, her seferinde başarısız duruşunun arkasında, acaba başka bir yolu da olabilir miydi, düşüncesinin verdiği rahatsızlık.
Bir dönem okullarda ve üniversitelerde bilgisayar dersi olarak Basic programı okutulurdu. Bilmiyorum müfredat aynen devam ediyor mu? Elli yüz yıl öncesinden söz etmiyorum, yaşımız o kadar da eski olmasa gerek; on beş sene öncesi. Bilgisayarda kullanacağımız programı kendimiz yazacaktık ya, henüz Windows ortalarda gözükmüyordu, ya da biz bilmiyorduk ya... Programı numaralandırarak (10,20,30...) aşağı doğru oluşturduktan sonra, “bir de şemayla gösterin” derlerdi. Çeşitli geometrik şekillerin programcılık içinde kendine göre anlamları vardı.
O günlerde hayatımızı bu tip şemalaştırılmış programlara benzetirdim. Programcılığın kullandığı baklava diliminin (eşkenar dörtgen) içine soruyu ya da tercih etmemiz gereken şeyi yazardık. Eşkenar dörtgenin dört köşesi, bu köşelerin de birer anlamı vardır; ve her köşe yeni eşkenar dörtgenlere bağlanırdı. Tıpkı hayatımızda karşımıza çıkan ve sürekli seçimler yaptığımız yeni durumlar gibi.
İnsan hayatının programını çözebilmek, onu kağıda dökmek olanaklı olsaydı, içinde bulunduğumuz karmaşaların aslında çok basit bir kısır döngü olduğunu da görebilirdik. Yepyeni bir seçim yaptım diyerek başladığımız farklı bir yolun zaman içinde bizi yine bambaşka şekillerden dolaşarak, en baştaki yere getirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz bile. Katettiğimiz yolun uzunluğu, sağımızı solumuzu kuşatmış görüntülerden (yaşadığımız maceralardan) dolayı, aynı yerde olmadığımız hissine kolaylıkla kapılabiliriz.
“Hâlâ bu şemanın içinde yaşamaıyor muyuz?”
Aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, sürekli aynı ya da benzer soruları sormaya devam ediyorsak, karşımıza hep daha önce yaşamış olduğumuz sorunlar, çözmemiz gereken problemler çıkıyorsa, daha sapmış olduğumuz (ya da tercih ettiğimiz) yollar bizi çok ilerlere götürmemiş demektir. Ki, çoğumuz, maddi olarak bir sürü şey kazanmış ya da kaybetmiş, profesyonel olarak öğrenmiş olduğumuz tonla bilginin yanı sıra, yine de bu durumun içindeyiz.
En başta huzursuzuz, mutluluğumuzu sürekli halde tutamıyoruz. Bazen kendimizi bir başkası için kötü düşünceler üretirken buluveriyoruz. Sevdiğimiz kişiyi kırıyoruz, bizi sevdiğini düşündüğümüz, hissettiğimiz kişinin küçük bir hareketiyle kırılıp, darmadağın oluveriyoruz. Anlamsız takıntılar içinde boğulup, kendi kendimize “bunun mantığı yok” desek bile o duygu karmaşasının içinden kurtulamıyoruz. Bitip tükenmek bilmeyen bir sahip olma duygusu içindeyiz. Duygularımızı tatmin etme yolunun, sürekli tüketmekten geçtiğini düşünüyoruz. Hayatta her şeyin bize karşı olduğunu hissediyoruz ya da ona göre savunma pozisyonuna geçiveriyoruz. İşte bu çok önemli:
“Yaşam, büyük bir savaş alanına dönüşüveriyor. Ekmek, aslanın ağzında aranır oluyor.”
Yukarıda saymış olduğumuz bütün negatiflikler “içimizden” kaynaklanır. Çünkü, hepsi bizim ona duygusal hayatımız dediğimiz şeyin ürünüdür.
Peki “içimiz” neresidir? Orasını yeterince tanıyor muyuz? Onun bu kadar gerilerde kalmasının sebepleri nelerdir?
Maddi algılamamız ve materyalist yaşantımız (burada kuru kuru klasik bir idealist felsefe yorumu yapmayacağım, yeri gelmişken söylemek istiyorum; madde, bu yazı içinde anlamaya çalıştığımız “ruhsallığımızdan” bağımsız bir varoluştur.) bizi öylesine aşılmaz ağlarla örmüştür ki, adına ruh dediğimiz, içselliğimize ulaşmamızın önünde en önemli engel olmuştur.
Spiritüllik bir süre sonra kendisini son bir seçenek olarak da olsa ortaya koyar; onun içine itiliveriz. Bugüne kadar tanımadığımız bir tarafımızın farkına varmışızdır. O hep, içinde bize ait bir sürü kayıtlarla vardır, hatta “sezgisel” olarak (adlandırdığımız, ifade ettiğimiz) vermiş olduğumuz bir sürü kararda (seçimde) kendisini göstermiştir. Ama bize (sadece) beynimizle düşündüğümüz öğretildiği için, onu görmezden, bilmezden gelmişizdir.
İşte tam bu yerde ben kimim sorusu daha önem kazanır hale gelir. Daha önceki buluşmamızda, Kişisel Menkıbemizin Evrensel Güçlerle uyum içinde kendisine bir yol aradığını konuşmuştuk. Hatta, farkında bile olmadığımız gerçek doğamızın dışında bir yönelimimiz olduğu durumlarda, sanki görünmez bir elin bunu engellediğini, ya da bir sürü sorunlar ortaya döküldüğünü söylemiştik. (Bknz. Kozmik Fenomen isimli yazı)
Üzerinde hiç durmadığımız, ve her şey olup bittiğinde tesadüf olarak (etiketlendirdiğimiz; ya da anlamlandırdığımız) tanımladığımız şeylerin, aslında ruhsallığımızdan kaynaklanan gerçekler olduğunu fark ettiğimizde, ister istemez, içimize doğru bir yolculuk başlayacaktır.
Bu insanın çok derinlerinden gelen spiritüel bir arayıştır. Bu yazıyı okumayı seçtiyseniz, ya bu yolculuğa başlamışsınız, ya başlamak üzeresiniz ya da hâlâ fark etmeseniz bile, hayatın içinde, yakınlarınızda bir şey size onu sürekli göstermeye çalışıyordur.
Spiritüel hayatınızı keşfetmiş olmanız, ya da arayışınızı bu yöne kaydırmanız, sizi alışmış olduğunuz pozitif bilimden koparmaya çalışmayacaktır. Aksine, şaşmaz doğrular olarak kabullendiğimiz şeylere ait gerçekliğin sağlamlaşması ve birer dogmalar yığını haline gelmesini engelleyecek, bambaşka bir bakış açısı açacaktır.
Kişisel Menkıbelerin açtığı yolların farklılıklarını sorgulmadan, bu soruyu kendime soruyorum, şimdi. Dünyanın bir sürü nimetinden yararlanmak, deli gibi tüketip, hiç bir şeyi tasa etmeden kendi kendime yaşamak varken, beni dürten ve başka şeyler sormama sebep olan nedir, diye?
Ya da, yaşantımın belirli dönemlerinde, neredeyse periyodik olarak karşıma çıkmış birbirine yakın nitelikteki problemlere bulduğum çözüm yöntemlerinin teker teker kendisini tüketmesi, her seferinde başarısız duruşunun arkasında, acaba başka bir yolu da olabilir miydi, düşüncesinin verdiği rahatsızlık.
Bir dönem okullarda ve üniversitelerde bilgisayar dersi olarak Basic programı okutulurdu. Bilmiyorum müfredat aynen devam ediyor mu? Elli yüz yıl öncesinden söz etmiyorum, yaşımız o kadar da eski olmasa gerek; on beş sene öncesi. Bilgisayarda kullanacağımız programı kendimiz yazacaktık ya, henüz Windows ortalarda gözükmüyordu, ya da biz bilmiyorduk ya... Programı numaralandırarak (10,20,30...) aşağı doğru oluşturduktan sonra, “bir de şemayla gösterin” derlerdi. Çeşitli geometrik şekillerin programcılık içinde kendine göre anlamları vardı.
O günlerde hayatımızı bu tip şemalaştırılmış programlara benzetirdim. Programcılığın kullandığı baklava diliminin (eşkenar dörtgen) içine soruyu ya da tercih etmemiz gereken şeyi yazardık. Eşkenar dörtgenin dört köşesi, bu köşelerin de birer anlamı vardır; ve her köşe yeni eşkenar dörtgenlere bağlanırdı. Tıpkı hayatımızda karşımıza çıkan ve sürekli seçimler yaptığımız yeni durumlar gibi.
İnsan hayatının programını çözebilmek, onu kağıda dökmek olanaklı olsaydı, içinde bulunduğumuz karmaşaların aslında çok basit bir kısır döngü olduğunu da görebilirdik. Yepyeni bir seçim yaptım diyerek başladığımız farklı bir yolun zaman içinde bizi yine bambaşka şekillerden dolaşarak, en baştaki yere getirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz bile. Katettiğimiz yolun uzunluğu, sağımızı solumuzu kuşatmış görüntülerden (yaşadığımız maceralardan) dolayı, aynı yerde olmadığımız hissine kolaylıkla kapılabiliriz.
“Hâlâ bu şemanın içinde yaşamaıyor muyuz?”
Aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, sürekli aynı ya da benzer soruları sormaya devam ediyorsak, karşımıza hep daha önce yaşamış olduğumuz sorunlar, çözmemiz gereken problemler çıkıyorsa, daha sapmış olduğumuz (ya da tercih ettiğimiz) yollar bizi çok ilerlere götürmemiş demektir. Ki, çoğumuz, maddi olarak bir sürü şey kazanmış ya da kaybetmiş, profesyonel olarak öğrenmiş olduğumuz tonla bilginin yanı sıra, yine de bu durumun içindeyiz.
En başta huzursuzuz, mutluluğumuzu sürekli halde tutamıyoruz. Bazen kendimizi bir başkası için kötü düşünceler üretirken buluveriyoruz. Sevdiğimiz kişiyi kırıyoruz, bizi sevdiğini düşündüğümüz, hissettiğimiz kişinin küçük bir hareketiyle kırılıp, darmadağın oluveriyoruz. Anlamsız takıntılar içinde boğulup, kendi kendimize “bunun mantığı yok” desek bile o duygu karmaşasının içinden kurtulamıyoruz. Bitip tükenmek bilmeyen bir sahip olma duygusu içindeyiz. Duygularımızı tatmin etme yolunun, sürekli tüketmekten geçtiğini düşünüyoruz. Hayatta her şeyin bize karşı olduğunu hissediyoruz ya da ona göre savunma pozisyonuna geçiveriyoruz. İşte bu çok önemli:
“Yaşam, büyük bir savaş alanına dönüşüveriyor. Ekmek, aslanın ağzında aranır oluyor.”
Yukarıda saymış olduğumuz bütün negatiflikler “içimizden” kaynaklanır. Çünkü, hepsi bizim ona duygusal hayatımız dediğimiz şeyin ürünüdür.
Peki “içimiz” neresidir? Orasını yeterince tanıyor muyuz? Onun bu kadar gerilerde kalmasının sebepleri nelerdir?
Maddi algılamamız ve materyalist yaşantımız (burada kuru kuru klasik bir idealist felsefe yorumu yapmayacağım, yeri gelmişken söylemek istiyorum; madde, bu yazı içinde anlamaya çalıştığımız “ruhsallığımızdan” bağımsız bir varoluştur.) bizi öylesine aşılmaz ağlarla örmüştür ki, adına ruh dediğimiz, içselliğimize ulaşmamızın önünde en önemli engel olmuştur.
Spiritüllik bir süre sonra kendisini son bir seçenek olarak da olsa ortaya koyar; onun içine itiliveriz. Bugüne kadar tanımadığımız bir tarafımızın farkına varmışızdır. O hep, içinde bize ait bir sürü kayıtlarla vardır, hatta “sezgisel” olarak (adlandırdığımız, ifade ettiğimiz) vermiş olduğumuz bir sürü kararda (seçimde) kendisini göstermiştir. Ama bize (sadece) beynimizle düşündüğümüz öğretildiği için, onu görmezden, bilmezden gelmişizdir.
İşte tam bu yerde ben kimim sorusu daha önem kazanır hale gelir. Daha önceki buluşmamızda, Kişisel Menkıbemizin Evrensel Güçlerle uyum içinde kendisine bir yol aradığını konuşmuştuk. Hatta, farkında bile olmadığımız gerçek doğamızın dışında bir yönelimimiz olduğu durumlarda, sanki görünmez bir elin bunu engellediğini, ya da bir sürü sorunlar ortaya döküldüğünü söylemiştik. (Bknz. Kozmik Fenomen isimli yazı)
Üzerinde hiç durmadığımız, ve her şey olup bittiğinde tesadüf olarak (etiketlendirdiğimiz; ya da anlamlandırdığımız) tanımladığımız şeylerin, aslında ruhsallığımızdan kaynaklanan gerçekler olduğunu fark ettiğimizde, ister istemez, içimize doğru bir yolculuk başlayacaktır.
Bu insanın çok derinlerinden gelen spiritüel bir arayıştır. Bu yazıyı okumayı seçtiyseniz, ya bu yolculuğa başlamışsınız, ya başlamak üzeresiniz ya da hâlâ fark etmeseniz bile, hayatın içinde, yakınlarınızda bir şey size onu sürekli göstermeye çalışıyordur.
Spiritüel hayatınızı keşfetmiş olmanız, ya da arayışınızı bu yöne kaydırmanız, sizi alışmış olduğunuz pozitif bilimden koparmaya çalışmayacaktır. Aksine, şaşmaz doğrular olarak kabullendiğimiz şeylere ait gerçekliğin sağlamlaşması ve birer dogmalar yığını haline gelmesini engelleyecek, bambaşka bir bakış açısı açacaktır.
Uzay Gökerman
/p>
<0Comments:
<
<Yorum Gönder
< <