< <

<Çarşamba, Nisan 19, 2006/h2> <
< <

<



İnsan aynı zamanda beklentileriyle var olan bir varlıktır. Beklentisi olmayan insan da bir varlık olarak yaşayamıyor zaten. Beklentilerimizi neler oluşturuyor? Eğer bir ruh bilinci içindeysek, buna cevap olarak kısaca “karmalarımız” (bu kavramı zamanı geldiğince daha detaylı konuşabiliriz; şimdilik sadece eylemlerimiz; onlardan doğan sonuçlar ve sonuçların yarattığı yeni durumlar şeklinde özetleyelim) diyebiliyoruz. Çünkü bu yaşam bir sonrakinin tohumunu ve “beklentilerini” oluşturuyor.

Örneğin; ben kendimi bu yaşamda bir şeyleri yazmak üzerine kurgulamış ve önceki deneyimlerimin de etkilerinden kaynaklanan sorunsallarımı “yazarlık” formasyonu içinde birleştirmeyi düşünen bir beklenti yaratmış olabilirim. Bu beklenti kendi içinde bir takım kabulleri beraberinde getirir elbette. Nedir bu? Bir yazar neye ihtiyaç duyar? Yazacak zaman bulmaya? O ne?

Yalnızlık...

Yalnızlık kimileri için bir kabus olabilecekken, örneğin benim için nefes alınacak bir zaman dilimi olabilir. Öyle ki; çok kalabalık bir ortamın içinde insan kopabilir ve elinin altında yazmak için hiç bir aracı olmadığı anda oradan ayrılıp, başka bir dünyanın içine dalınabilir.

Bu kelimeyi ve kavramı özellikle seçiyorum. Beklenti ile yalnızlık dediğimiz şeyin birbiri ile olan ilişkisi; zaman zaman çok dikkat çekici olabiliyor.

Ruh bilinci içinde düşünmeye çalışalım şimdi. Bir ışık noktası olarak imgelediğimiz ruhumuzun deneyimden deneyime geçtiği o bedenlenme süreci içindeki beklentileriyle yalnızlığının beraberliğine...

İnsanın maddi varoluşu içinde sosyal bir varlık olduğunu hepimiz biliyoruz, ta ilkokuldaki hayat bilgisi kitaplarından. Sosyal varlık olduğumuzdan ilişki kurmaya başlıyoruz. Birey kendine arkadaşlar seçer. Bunlar onun dönemsel yaşıtları olur genelde. Özellikle belli bir yaş dilimine kadar herkes kendine akran olanları seçmeye gayret eder. Bunun zaman içinde farklılaşmasının da önüne geçemeyiz. Öyle bir hal alır ki; otuzlu yaşlarda, hatta kırklara geldiğimizde kendimize çok farklı yaş dilimlerinden arkadaşlar bulmuşuzdur.

Sonra çeşitli sosyal kulüplerin, partilerin, derneklerin vs. İçinde olmak isteriz. Kendimizi oralarda daha fazla ifade edebilmek için.

Her ilişki kendi içinde bir tartışma, sorun potansiyelini de beraberinde getirir. Bu doğal bir süreçtir. Ben varsam ve bunu bir deneyimleme süreci olarak yaşıyorsam, kendi doğamdan ve sonradan oluşan karmalarımdan ötürü çeşitli beklentilerim oluşmuştur. Beklentiler egonun bir ürünüdür. Örneğin sevilme beklentisi. Beklentiler içinde en yoğun olarak yaşanan bir türdür. Sevgiyi tanımama, onu yaşayamama ya da çeşitli eksikliklerden kaynaklanan sevgi açlığının ruh üzerinde yarattığı potansiyel gerilim, zaman zaman onun yanlış deneyimler ve ilişkiler kurmasına da neden olur.

Sevgiyi deneyimlemek de bir süreçtir. Belki de doğru sevgi biçimini, inancını ve duygusunu bulabilmek için örneğin 84 yaşam bir bedenden diğerine savrulmak da gerekir, kim bilir?

Bir yere ait olma duygusu da buna eklenen bir beklentidir. Beni hiç kimse sevmiyor, diye içimizden geçirdiğimiz en az bir anımız yok mudur? Yok diyenler bu döngüyü başarıyla tamamlamış olanlardır, onları tebrik ediyorum.

Sosyal bir varlığın getirisi olan bir yere ait olma duygusunun birden fazla adresi olduğu kesin. Millet, din, siyasi bir parti, fikir kulübü... Kişinin bununla da çatışmaya girmesi kaçınılmazdır. Ruhun beden alma sürecini birey olma süreci ile de açıklayabiliriz. Birey dediğimiz kişi özgür ruhtur. Bağımlılıkları minimum düzeye inmiştir. Örneğin feodal ilişkilerin getirdiği o insan – insan bağımlılığının içinde birey yoktur. İkinci dünya savaşı sırasında Avrupa’ya egemen olan faşizm atmosferi içinde de birey bütün egemenlik haklarını küçük bir sınıfın eline bırakmıştır. Bugün dünyanın bir çok bölgesinde buna benzer ilişkileri görebilmekteyiz. Ama uygar dünya bireyi de yaratmıştır. Bugünün bireyi için söylenebilecek olumlu olumsuz bir çok şey vardır. Ama bir şeyin altını çizmemiz gerekirse o da; birey olma süreci bir kere başladı mı geriye döndürülemez.

Birey olmanın içinde paradokslar vardır. Birey sürekli basamak atlayarak sürüden ayrılır. Beklentileri de farkılaşarak artar. Özgür ruh kendi içinde güzel bir şey gibi gözükse de mutlu olabilmesinin “eşiği” sürekli yükselir. Çağımız bilindiğini gibi ışık hızının ötesini sorgulamaya başladı. Bu sosyal varlık olarak insanı da etkiliyor kuşkusuz. Ruhun da beklentileri yükseliyor. İlişkileri giderek karmaşıklaşıyor. Anlık mutlulukların içinde koşuyor. Ve o anın mutluluğunu da çıkaramıyor. Bu bir enerji kümesi de yaratıyor elbette. Değişimi içinde gizleyen ve ona doğru dönüşüme yol veren bir potansiyeldir.

Diyalektik bize karşıtların birlikteliğini öğretti. Gündüz gece... Sıcak soğuk... Olumlu olumsuz... Negatif pozitif... Karşıtlar aynı zamanda gelişmenin gücüne dönüşüyor.

Farkındalık sürecinin içinde bir beklenti fenomeni var. Başka bir çeşit motor güç olarak karşımıza çıkıyor.

Beklenti içinde olmanın kendi içinde olumsuz bir söylem taşıdığını düşünürüz, hep. O bu kadar olumsuzluk taşır mı? Evet, taşır. Çünkü beklentinin negatif, düşürücü bir enerji olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce entropi ile ilgili bir kaç şey yazmıştım. Kısaca söz etmek gerekirse, entropi dediğimiz şeye düzensizlik, kaos diyebiliriz. Yani başlangıç anında mükemmel bir formda olan madde / ruh zamanla içindeki o saf hali kaybetmeye başlar ve düşer. Bugün maddenin / ruhun düşmüş halini ölçmemiz gerekseydi ve bunun karşılığındaki o düzensizliği bilmemiz gerekseydi onu entropi dediğimiz şeyle ölçebilirdik.

Beklentinin entropi ile aynı formül içindeki bilinmeyen olduğunu düşünebiliriz. Beklentilerin artmasıyla, düzenin bozulduğunu, mükemmel formumuzu kaybettiğimizi düşünebiliriz yine bir imgeye başvurarak.

Peki biz bu beklentiden kaynaklanan olumsuzlukları çevirebilir, kendimizi yükseltecek bir forma dönüştürebilir miyiz?

Bir kere, beklenti ruhun bedenlenme sürecince ona sıfırdan, maksimuma kadar eşlik eden bir fenomendir. Ruh mükemmel forma, üst bilinçle varabilir ancak. Biz buna Türkçe’de eskiden olmayan ama dilimize giderek daha fazla giren “farkındalık” diyoruz. Bunun üzerine de çok fazla çaba harcıyoruz. Neyin farkına varıyoruz biz? Bunun bir sınırı yok muhakkak. Bugün beklenti fenomenini konuşuyoruz. O zaman farkındalık serüvenimizin içinde “beklenti” var. Mükemmel bir formun beklentisi olabilir mi?

Mükemmel form deyince aklıma, imge olarak, hep kimyadaki soygazlar gelir. Periyodik cetvelin en sağında yeralan ve hiç bir elementle tepkimeye girmeyen “tam” olan maddeler. Onun hemen solunda halojenler vardır. Flor, Klor, İyot... Bu elemenleri de doğda saf halde bulabilmek mümkün değildir. Çünkü öylesine büyük bir tepkime enerjileri vardır ki, doğada buldukları ilk madde ile tepkimeye girerler. Bu nedenle bir çok kaynak sularının içinde bu elementlerin bileşimlerini görürüz. Yine onlar gibi, Hidrojen, Potasyum, lityum... Onlar da doğada saf olarak bulunamazlar.

Doğada nispeten saf olarak bulunacak elementler de vardır. Örneğin Altın. Periyodik cetvelin ortalarında bir yerdedir ve o da diğer elementlerle tepkimeye girer ama saf öz varlığını da kaybetmeden korur. Bu nedenle ekonomik olarak bir değişim aracıdır. Değerdir.

Mükemmeliği soygazlar olarak nitelendirmiyorum. Çünkü onların varlık sebepleri başka olmalı. Biz ruhların, periyodik cetveldeki en ideal biçimi altın olabilir. Ve altın tam ortada durur, sağında ve solunda metallerle ametaller sıralanır. Ve her elementin enerji varoluşlarına (atomik yapıları) göre birbiriyleriyle tepkimeye girmelerini bizim beden alma sürecine benzetelim.

Bugün biz farkındalığı sorguluyoruz. Sorgulamamızı nasıl yapacağımızı biliyoruz. Bunun birincil yolu öncelikle diğerleriyle ilişkiye girmek ve bu süreci bir disiplin içinde düzen altına almak.
Uzay Gökerman


/p>
<

<0Comments:

<

<Yorum Gönder

< <