< <

<Çarşamba, Nisan 19, 2006/h2> <
< <

<


Gözlerimizi kapatıp, bir arazi düşünelim.

Bir tarafından kristal parlaklığında suyu akan, akmak ne kelime kayalara vurdukça çağıldayan; diğer tarafında göçmen kuşların her sene ezbere yuva yaptıkları zeytin, ceviz, kiraz, elma, meşe, servi ağaçlarını barındıran, göz alabildiğince uzanan toprağın engebeli kıvrımlarının üzerini ilkbaharda tayfın en güzel renklerine; papatya beyazı, gelincik kırmızısına; yazın günebakan, başak sarısına, sonra sonbahara; kışın da tertemiz beyaza, boyayan, bir sene buğday, diğer sene ayçiçeği, pamuk, bir sonraki zaman sebze ekilebilen, hatta bir köşesine sıra sıra dizilmiş bağlarında salkım salkım üzümleri; diğer köşesinde de fındığı, fıstığıyla neredeyse cenneti yaşatan; yokun yok olduğu bir yer burası...

Arazi canlandı mı? Kelebeği, arısı, kovanı, peteği, sakası, kırlangıcı, koyunları, çoban köpeği mi eksik kaldı, yoksa? Belki ufuk çizgisine yakın bir yerde yükselen bir sıra dağ arıyordur gözlerimiz, yazın yaylalarında konaklamak, serinlemek arzusuyla, kimbilir?

Yaşamak mı istiyoruz burada, o zaman nerede güzeller güzeli evimiz?

* * *

“Bu arazi bize ait bir yer!”

“İstiyor musun?”

“Evet, orada yaşamalıyım!”

***

Bize ait ama yıllar önce kendi haline terk edilmiş!

Terk edip, şehre göçmüş, hem bedenimiz, aklımız, tutkularımız, her türlü arzumuz.

Şimdi de bu terk edilmiş yerin şu an halini hayal edelim.

“Geri dönüyoruz.”

Bir su kuyusu açmıştık hani yıllar önce, evimizin hemen yanında; sabahları uyanır uyanmaz koşup, buz gibi suyunda elimizi yüzümü yıkadığımız. Susuz kalmayan yalağında kuşların konup su içtikleri... Şimdi orada paslı bir tulumba, çalışmayan ve sadece tıslayan bir çeşme görüyorum. Kuyu bana küsmüş. Sular çekilmiş arazimden. Evi terk ederken içerisini korumak için çakmıştım hani pencerlerine çaprazlama tahtaları? Yaşarken böyle miydi burası? Evden, araziye uzanan yolun üzerindeyim şimdi. Yıllarca kimsenin üzerinde yürümediği yolda büyümüş yabani otlar. Toprağın durumu daha bir içler acısı. Kimsenin adını bilmediği uzun saplı otlar işgal etmiş ki, çoğunu geviş getiren hayvanlar bile yemez, tanımaz, yüz çevirir. Ağaçların, üzerinde kurumuş, bir kısmının da gölgesinde çürüyor, meyvaları.

Ben ekin ekmeyi, toprak da vermeyi unutmuşuz.

“Hüzünlü bir buluşma anını yaşıyoruz, hatırlıyorsunuz, değil mi?”

Post modern yaşantımız bizi şehirlerde, metropollerde topluyor. Büyük alışveriş alanlarının içinde, her ihtiyacımıza ulaşabilir, bir tam günü sıkılmadan geçirebileceğimiz mekanlar yaratılıyor. Arzuladığımız her şey anında yerine geliyor. Zaman kaybı yok. Tüketmek en son limitlerini zorluyor. Ne kadar paran varsa, arzularının yerine gelme zamanı o kadar ışık hızına yaklaşıyor.

Muhteşem bir teknoloji, sınırsız hayal gücü, sihirler içinde bir yaşam...

Ama bir o kadar da huzursuz, mutsuz, ruhuna yabancı, sahip olduğu şeylerden çabucak sıkılan insan tipi yaratılıyor, bu post modern yaşamın içinde. Çocuklara bakıyorsunuz, izledikleri bir film karesinde gördükleri oyuncağa sahip olmak için yapmadıkları baskı kalmıyor. Mağazaya girip, büyük bir heyecan ile onu satın alıyorsunuz; sonra evinize gitme zamanı içinde çocuk satın aldığı şeyi tüketip, unutuveriyor; odasında bir köşeye atıp, başka neyi arzulayabilirim diye televizyonun karşısına oturup, keşfe başlıyor. Arzulama – sahip olma ve onu harcama sürecinin içinde kaybolmamak mümkün değil.

Matrix Film’inde Morpheus, Neo’ya iki hap uzatır. Gerçek ve hayal olan... Gerçek olanı seçen kahraman, yeniden öğrenme sürecinin içine girer. Işık hızı ile çıktıkları yolculuk sırasında kendilerini yıkılmış, bitmiş, tam bir yokoluşu felaketi yaşamış, gerçek dünyanın üzerinde otururken bulurlar. Gerçek öylesine kahredicidir ki, çeşitli yanılsama oyunlarıyla onu gizlememiz gerekir. Bir türlü yüzleşemeyiz onunla. Nereye kadar? (Sonradan öğreniyoruz) Bilgisayar programı ile programlanmış ve kurulmuş hayatın içinde Neo ne kadar da mutluydu? Düşünmeye zaman bırakmayacak bir tempoda süren yaşam. Sonra gerçekler... Eninde sonunda karşımıza çıkacaklardır.

Bu artık tam onikiyi vuracak saatin son dakikalarını gösteren akrep ile yelkovanın duruşu gibi. Biraz sonra felaket kapımızı çalacak ve biz ona hem hazırlıksız belki de beklenmedik bir an içinde yakalanmış olacağız.

“Farkındalık” dediğimiz şeyi işte o terk ettiğimiz, unuttuğumuz, boş verdiğimiz araziyi yeniden bulma ve onun için bir şeyler yapma serüveninin süreci olarak görüyorum.

“Serüvenin başlangıcında duruyoruz...”

Bir süreç dediğimiz zaman; başlangıcı olan ve devam eden (sonu olan) bir şey anlaşılır. Uzunca bir yol almış ve size ait olanın yanına gelmişsinizdir. Birincisi, yaşadıklarınızdan ötürü yorgunsunuzdur; hatta belki de bedensel olanın yanında ruhsal olarak tam bir tükenişin içindesinizdir. Bu durumun çoğunlukla psikolojik sorunlar yaşayan insan tipi ile karıştırıldığı çok olmuştur. Belki de dışarıdan bakıldığında; alışılagelmiş yönlendirmelerin içinde, bu öyle tanımlanabilir de. Fakat, farkındalık sürecinin hemen başlangıcında yaşadığımız şey, büyük bir ihtimalle ruhsal tükenmişliğin, hatta karşımızda duran arazi gibi bakımsızlığın son haddidir. Böyle bir durumda insanın en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bedensel bir istek duymadığı, herhangi bir şeye karşı ilgisinin kaybolduğu, yaşayan bir ölü durumuna gelebildiğini de söyleyebiliriz.

Hemen bütün batı medeniyeti içinde yaşayan insanların zaman zaman bu duyguyu tattığını, yaşadığını ve böylesi bir çıkmazın içinde debelendiğini ifade edebiliriz. Bir taraftan insanın hayatını kolaylaştıran teknolojinin içinde bitmeyen bir gelişim, diğer taraftan da ruhsal tükeniş, yıkım.

Özellikle son üç dört yüzyıldır, insanoğlu farklı bir tanımlama içinde değerlendiriliyor. Kapitalizmin maddeci ve tüketime yönelik gelişiminde insan aklı tek bir tarafa yöneltilerek, çalıştırılıyor; dogmalarından kurtuluyor diye gösterilirken, medeniyetin kendisi “mutlak doğru” dogmasına dönüşüyor.

Burada yeri gelmişken küçük bir yer açıyorum, lafı daha da uzatma pahasına.

Geçen gün içinde bulunduğum bir toplulukta; bir arkadaşın, mutsuzluğun, sorunlu yaşamın, huzursuzluğun, bildiğimiz sanatın da kaynağı, besini olup olmadığını; huzurlu, sabit bir yaşamın insani olanın özünde bulunan sanatsal tarafı yok edip etmeyeceğini sordu. Bu soruya cevap verebilecek zamanım yoktu. Kısaca özetlemeye çalıştım; ama bunun yeterli olmadığını da biliyordum.

Medeniyet/teknoloji gelişirken, insanları toprağa bağlı üretim ilişkilerinden koparıp, şehirlere toplayarak, onların kendi aralarındaki ilişkileri farklı bir şekilde düzenlemeye başladı. Bu da çoğunlukla acı, mutsuzluk, savaşlar vb. Şeyler yarattı. Sanat da bundan payını aldı; beslendi. Büyük sanat yapıtlarının özündeki dramatik, trajik estetik; yaratıcısının da elinde büyük bir lirizme ulaşınca, anlayış bu yönde sivrilmeye başladı. Mutsuzluk içinde kıvranan kahramanların yaşadıkları toplum düzeniyle çatışmaları, ezilmeleri, yok olmalarının anlatım tarzı sanat oldu. Ama insana ne oldu? Düzenin sahibi; gerçeklik budur, bununla yetinin diye, bu yapıtları tekrar tekrar pişirip önümüze koydu.

Söylemek istediğim şey bu yapıtların sanatsal olmadığı değil. İnsani yaratım sürecindeki her şey sanatsal bir öz de taşır. Bu ne olursa olsun! Fakat gerçek sanatın sadece bu kaynaktan besleneceği yönündeki inanç ya da görüş içinde bulunduğumuz düzenin bir dayatması ve bizimde yaşadığımız yanılsamadır. Sanatçı o çelişkinin ve kısır döngünün içinde çıkamadığında üretilen her yapıt topluma sürekli mutsuz bir kısır “döngü” vermektedir. Belki de o günün şartlarında üretilebilecek bilinç budur. Ama bugün onun aşılması gerekir ve aşılabilir de.

Medeniyet bir araçtır. İnsan özündeki ruhsal olanı kaybettiğinde onun aracı haline gelir ve tükenmeye başlar. Bu nedenle öncelikle kendisine dayatılan yaşam ve felsefenin kendisini sorgulamalıdır.

“Ben ruhumu yükseltecek bir yaşam sürmüyorum. Çünkü böyle alışmadım. Varolan bilgi/din de bana yardımcı olmuyor. Ve mutlu değilim.”

O zaman? Kaybettiğim, kaçırdığım; göremediğim, bilmediğim, unuttuğum bir şeyler var.

O arazinin kıyısına geldiğimizde durum buydu. Ne yapmalıyım?

Bir kere eğer bu araziyi yeniden değerlendirme, orada yaşama amacım varsa, böyle bir karar aldıysam; bunu inançla ve vazgeçmeden uygulamalıyım. Çünkü diğerinin kolay yaşanabilir oluşu hâlâ yanı başımızda duruyordur ve arazinin başlangıçta çok işi vardır.

Öncelikle; yıllar önce terk etmiş olduğum ve bana ait olan evi, yuvamı tekrar içinde oturulabilir hale getirmeliyim. Bu az bir iş değildir. Hem içini temizleyeceğim, hem de orayı “özümle” dolduracağım. Orada yaşayacağım. “Yuvam, bedenim!”

Sonra; en kısa zamanda bir yaşam alanı açmalıyım. Evrensel olan boşluktan çok fazla hoşlanmaz ve boşluğu doldurur. Eğer ben orada kendime ait, düzenli bir yer yaraatmazsam, karmaşa orada yaşamaya devam edecektir. Bu nedenle kendim için, yeni hayatım için bir boşluk oluşturmalıyım.

Herkesin arazisi kendinin fiziksel durumuna göre zorluklar ya da kolaylıklar taşır. Bu nedenle madem böyle bir imge kuruyoruz; şöyle devam ettirmekte sakınca görmüyorum. Arazimizin temizlenmeye en uygun yerini bulup, oradan başlamak da bir faydadır.

Bir çoğumuzun tarif etmeye çalıştığım arazi parçası gibi yerin kıyısına gelip, oranın ne olduğu ile fazla ilgilenmeden direkt olarak işe giriştiğini ama çeşitli zorluklar yaşadığını (yaşadığımızı)ve çatışmaya girdiğini (girdiğimizi) biliriz.

Arazimizin içinde ne yapacağız? Bir kere hayatımızı devam ettireceğimiz, besinimizi sağlayacağımız bir toprak parçasına ihtiyaç duyacağız. Bunun acil ihtiyaç olduğu kesindir. Kimimiz eski yaşamdan öylesine tiksinmişizdir ki, yeninin cazibesi bizi içine çeker ve onun her noktası ile çılgınlar gibi ilgilenmeye, çalışmaya başlarız. Bunun boşa bir çaba olduğunu söylemek haddimize düşmez, bununla birlikte, hayatın her noktası kendi içinde bir döngü imgesidir. Mevsimleri vardır. Yazı, kışı; baharı; güzü! Kışlık yiyeceğimi, bahardan dikmeli, yazın toplanmalı, güzde istiflemeli, düzenlemeliyim; ki kışın açlık çekmeyeyim.

Bu imgenin hayatımız içinde karşılaştığımız zorluklar olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çünkü her an üretken olamam. Her an bir şeylerin tohumlarını dikip, bir gün sonra hasadını yapamam. Bu bir süreçtir. Ruhsal hayatım da bu sürecin içinde yasalara uyum sağlayacaktır.

Kaynaklarım nedir? Elimde neler var; sahip olduklarım ne? Hemen ne kadarını devreye sokabilirim?

Süreç deneme yanılma oyunun işin içine girmesiyle devam edebilir. Yanlışlarım ve yanılgılarım beni sürekli eskinin kolay ve pratik olanının içine itecektir. Sonra orada yeni mutsuzluklar, huzursuzluklar ve sorunlar yaşayacağım. Diğer taraftan eğer arazim için ne yapmalıyım sorusunu soruyorsam, diğer yılbaşında baharda neler yapacağımı ve yaşadıklarımdan öğrendiklerimle neler yapmayacağımı tartıp, yerine koymaya başlarım. Bu bir öncekinden daha kuvvetli bir inanca sahipse, yanlış yapmadığım için adım sağlam olacaktır. Peki hata, yanılgı ya da yanlış olmayacak mı? Olacak. Bu aşamanın da kendi içinde yanlışları, eksiklikleri olacak.

İhtiyacım olan yiyeceği hiç ya da yeterli üretememiş olabilirim. Böylelikle aç kalma tehlikesi sürekli kapımın önünde duruyordur. Ya da tek tip üretim yapıyorum ve yeterli beslenemiyorum. Başka şeyler de ekmeliyim. Bunun için daha fazla alana ihtiyaç duyacağım. Daha fazla temizlik, yer açma ve yeni ekin; ama doğru ekimler.

Ama artık hiç bir şey eskisi gibi değildir. Özünde doğal olanı bulduğum için ne gelirse gelsin mutluyum ve yenilgileri olumlu enerjiye dönüştürmeyi öğrenmişimdir.

Serüven devam edecektir.
Uzay Gökerman
/p>
<

<0Comments:

<

<Yorum Gönder

< <