<

Dergide yazdığım spiritüel konulu yazılarımı takip edenlerin önemli bir sıkıntısı olabilir; teorik altyapı, kurgunun tamamına egemen olduğu için, hayattan kopuk beyin fırtınaları şeklinde algılanmaktadır; böyle bir geri besleme gelmemesine rağmen, kendi kendimi rahatsız ediyorum. Bu yazının içinde hayatımızı zorlaştıran şeylere karşı çözüm yöntemleri arayalım.
Bilgi, teori üretir; çünkü akıl zihin içinde olanı hiç durmaksızın sorgular; işin tuhafı aslında herkes için zor gözüken şey, en kolaydır. Yani, düşünmek, hayal etmek, felsefe yapmak, işkembeden konuşmak; hepimizin çokça yapmış olduğu teorik çalışmaların en basitlerindendir. Yaşamak; yani teorinin pratiğe dönüşmüş hali ise bir takım engellere takılır.
“...ama, yapamıyorum?”
Teori ile pratiğin harmoni içindeki birlikteliğine “praksis” diyoruz. Düşünce ile desteklenmiş eylemden, bilinçli seçimlerden söz ediyoruz. Teori de, pratik de ayrı ayrı ve tek başlarına bir şey ifade ederler. Zihnimizde bir “pop corn” tanesi gibi patlayan düşünce bir enerji merkezi yaratır ve eninde sonunda kozmik yasalara uygun olarak eyleme dönüşür.
***
Şimdi, biraz daha kendimize ait sorular soralım. Çağımızın en temel sorununun kapağını açalım.
“Her türlü şifa yolu arayışıma, zihinsel çalışmalarıma, profesyonel psikolojik ya da psikiyatrik yardımlara, meditasyon, yogaya, “güçlü inancıma” vs... rağmen hâlâ huzursuzluk, eksiklik, mutsuzsuzluk, sevgisizlik içinde, yaşamaktan zevk alamayan biri gibi; işleri bir türlü rast gitmeyen, sanki dünyaya başarısız olmak üzere, geldiğimi düşünüyorum. Çıkış yolu bulamıyorum, bunalıyorum. Galiba ne istediğimi de bilmiyorum...”
Hiç de yabancı gelmiyor değil mi?
Yukarıdaki soruyu kendine hayatı boyunca bir kaç kere sormuş bizler, muhtemelen hiç sevmediğimiz bir işte çalışıyoruz; aile hayatlarımız çözemediğimiz sorunlarla örülmüş, düğüm olmuş durumda. Yalnızlık çekiyoruz; kalabalığın içinde tek kalmış gibi... Çok istediğimiz halde bir sevgilimiz yok; ya da içinde bulunduğumuz sıkıntılı hayat yüzünden, yıllar önce büyük bir aşkla bağlanmış olduğumuz sevgilimiz, aşkımız, eşimiz bizi terk etmek üzere. Parasızlık en büyük dert. “İstediğim hiçbir şeye sahip olamıyorum” düşüncesinin yarattığı o eksiklik duygusu; peşi sıra gelen tatminsizlik.
“Hep yanlış seçimler... hayatın zorlamaları... felaketler...”
Suç bizim dışımızda bir yerlerde mi? Bugüne kadar orada aradık, rahatlatıcı bir süre kazandırdı; ama eninde sonunda o huzursuzluk daima içimizde kaldı ve bizi arayıp buldu.
...Ve yine bazı hayatlar vardır; ki su gibi aktığını izlersiniz. Şüphesiz sürekli kıyas halinde oluruz.
“Neden biz; ya da ben?”
Burada yazamadığımız tüm sorularla birlikte yaşadığımız açmazlardan nasıl kurtulacağımız ya da çözeceğimizin formülü “başarılı olduğumuz anlardaki kozmik beraberlikte gizlidir.” İşte bu anları fark etmeden yaşarız. Geçip giden mutlu, huzurlu, sevgi dolu günleri nostalji diye anar; yeni güzel günler bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi o tozlu, örümcek bağlamış mazinin içinde debelenir dururuz.
Nedir bu anlarda gizli olan “kozmik birlik?”
Hayat, akıp giden bir zaman nehri olarak imgelenir. Hatta son anda gözümüzün önünden bir film şeridinin aktığı söylenir. Burada akışkanlar mekaniği konusunun içine girmeyeceğim; ama mühendislik bilgimden de faydalanmak istiyorum. Bir yerden bir başka yere transfer etmenin en kolay yolu, o akışkanın tüm özelliklerini bilmekle mümkündür. Doğalgaz havadan hafif olduğu için bir gökdelenin en tepesine kadar rahatlıkla ve çok ince bir boru ile çıkarılabilir. Aynı şeyi bir başka yakıt olan LPG için söylemek mümkün değildir. Ağırdır ve transfer için ya pompa kullanmanız ya da boru içindeki basıncı arttırmanız gerekir. Belli bir basınçla akan sıvının karşısına başka basınçta başka sıvı çıkarsa; akışın düzeni bozulur. Örneğin debi arttıkça sıvının lineer akışı da değişir.
Uzatmayalım... Her ne kadar göreceli de olsa, tarafımızdan sürekli ölçülen ve kontrol edilen zaman dediğimiz şeyin içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Bu bir akıştır. Çoğumuzun farkına bile varmadığı şey, bazen bu akışın ters yönünde hareket etmeye çalışmamızdır.
“Hangi yönün doğru olduğunu nasıl bileceğim?”
Doğa olayları, rastgele yaşanmış tecrübeler, tesadüfler, bilgi haline getirilip, tekrarlanmasalardı, bilim olmazdı. Tecrübe dediğimiz şey bir anlamda tarihtir; o da kayıt haline getirilmiş vakalardır. Bilgi teori üretir demiştik. Teori ise praksisin içinde eyleme dönüşür. Praksisin içindeki eylem, bilinçlidir. Oradaki sonuçtan, yepyeni bir tecrübe, bilgi çıkacaktır.
Çok ciddi bir “farkındalık” bilincinden söz ediyoruz. Gözlemleyebilmek! Şart mı? Bence şart değil. Hayatını büyük bir sadelik ve saflıkla, yaşamın akışına uygun sürdürüp, her işi rast giden ve mutlu milyonlarca insan için bütün seçimlerini farkınalıkla yapıyor diyemeyiz; çünkü ihtiyaç duymazlar.
Saflığın, farkındalık bilincine ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey bilmese de, ruhunun kozmik şifresi onu hep doğru enerji noktalarına çekecektir. Kapısında tek bir kilit bile olmasa, hiçbir hırsız evine girmeyecektir.
Farkındalık bilinci kirlenmeden, saflığını yitirmekten doğar. (Bu konuların her biri ayrı ayrı yazı konusu; fakat burada sadece yazıp geçiyoruz.) Neden “merak” ederiz örneğin? Bu ciddi bir rahatsızlıktır aslında.
Ruhumuzu kuşatmış olan o kirlenmişliğin neticesi olarak mutlu olamıyoruz; huzur içinde kalamıyoruz. Negatif enerji bir başka problemli enerji kaynağına doğru yol alıyor. Sürekli bir sınav halinde olduğumuzu hissediyoruz. Sınavlar hiç bitmiyor. Üstelik, verdiğimiz yanlış tepkilerle yepyeni olumsuz enerjiler yayıyoruz evrene; ve evren bize bütün bu enerjilerin karşılığını iade ediyor. Tahammül edilir gibi değil.
“Mutsuz bir evliliğimiz var ve bir türlü iyileştiremiyoruz. Danışmanlara gittik, birbirimizle sürekli yüzleştik, ben istediklerimi ona, o da bana anlattı. Herşey ne kadar güzel başlamıştı oysa... Ama olmuyor, eskisi gibi yapamıyoruz.”
Mutlu bir evliliğin formülü iki “tarafın” da aynı yerde olmasıyla mümkündür. (Elbette aşkı; sevgi ile bağlanmış kalbi zaten doğal olarak var kabul ediyoruz.) Ne demektir bu? Birbirine rakip olmuş iki kişinin birlikteliğinin anlamsız olduğundan söz ediyoruz.
Victoria döneminde kadın ve erkek birbirlerini o kadar sınırlı zamanlarda görebiliyorlardı ki, kavuşamamanın yarattığı potansiyel gerilim; güçlü bir aşk olarak ortaya çıkıyordu. Günümüzde herşey bu kadar çıplak ve kolayken, iletişim teknolojinin bütün nimetleriyle sınırsız hale gelmişken, iki insanın birbirini anlayamaz hale gelmesi düşündürücüdür. Fakat burada sorun birbirini anlamaya çalışmak değil. İktidar çatışmasına girmek. Evliliğin yarattığı sinerjiyi ortadan kaldıran bütün ters enerji akışlarını bu çatışma içinde kullanmak. Çağımız kirlenmişliğin tüm unsurlarını evlilik kurumuna da taşıyor kuşkusuz.
Üç oda ve salona sahip bir ev hayal edelim şimdi. Kapıdan içeri girdiğiniz andan itibaren, havasızlıktan kokmuş bir atmosferle karşılaşıyorsunuz. Perdeler çekilmiş, sürekli aç kapa yapılmasın diye bir kereliğine kapatılmış, bir daha da açılmamış. Salondaki oturma gruplarının üzerinde okunmuş eski gazeteler bir kaç gün önce nasıl bırakıldıysa öyle duruyor, sanki zaman durdurulmak isteniyor, gazete üzerinde kötü bir haberin fotoğrafı her an insanın sinirini bozuyor; halı süpürülmediğinden mi, yoksa başka nedenden mi bilinmez, rengini kaybetmiş, tozlu ve kirli; kullanılmış bir kaç çift çoraba ev sahipliği yapıyor. Yemek masası... Uzun zamandır üzerinde yemek yenmiyor; bir sürü kredi kartı ekstreleri, ödenmiş/ödenmemiş elektrik, su, doğalgaz, telefon faturaları, okunan/okunmayan kitaplar, VCD/DVD’ler, cep telefonu şarj aleti, tab ettirilmiş fotoğraflar, belki bir kuruyemiş tabağı, mutlak suretle tam ortaya yerleştirilmiş bir çini/cam/gümüş bir vazo vs... masayı tamamen örtmüş durumda... Yatak odası... Sabah zaten çok zor kalkıp, servise yetişmek için koşuşturulduğu için, toplanmamış, yorganı/pikesi özensizce bir kenara buruşturulmuş bir yatak görüntüsü... Üst üste duran pantalonlar, penyeler, t-shirtler, kazaklar... Evin en havasız bölümü burası... Mutfak. Bu evde bulaşıklar ihtiyaç olduğu zaman yıkanıyor... Eviye kullanılmış kirli tabaklarla doldurulmuş. Tabakların üzerindeki yemek artıkları katılaşmasın diye su tutulmuş ya da suyla doldurulmuş; çok büyük bir özen var bu noktada. Kurumuş, küflenmiş ekmek dilimleri... Buzdolabına koyulması unutulan peynir tabağı! Banyoya girmiyoruz, orası evin en mahrem yerlerinden bir tanesi... Kimbilir orası ne durumda?
Daha fazla uzatmaya gerek var mı? Bu ev gözümüzün önünde iyice canlanmış olmalı. Belki çok da tanıdık geliyor. Abartmış olabiliriz. Bir ev bütün odalarıyla, mutfağı, banyosu ile her zaman bu kadar dağınık olmayabilir; ama hangimiz evinde verdiği kalabalık bir parti sonrasında mutfağını bir sonraki gün temizlemek üzere bir an önce kendisini yatağa atmadan, gece dağınık bırakmamayı becerebiliyor?
Hep “yarın” düzenlenecek, derlenip toparlanacak bir hayat yaşamaktır bu.
Böyle bir evin içinde mutlu bir evlilik yaşamak mümkün müdür? Örneğimizi evlilikten verdik; ama bu evin içinde yaşayan gencin odasında olup bitenler için de aynı şeyler geçerli değil midir?
Dağınıklık yaşam enerjimizden; huzurumuzdan, mutluluğumuzdan, dahası “zamanımızdan” birşeyler alıp götürmektedir.
Ev çok güzel bir örnektir. İçinde bir hayat kurduğumuz yaşam da çeşitli bölümleriyle bir ev gibi değil midir? Hani en başta sorduğumuz soruların kaynağı olan. Mutlu, huzurlu, neşeli, sevgi dolu bir evin olmazsa olmaz koşulu, oranın sürekli ve her an yaşanabilir bir düzen içinde tutulmasıdır. (Kaostan,
entropiden söz ettik zaman zaman. Düzenden düzensizliğe doğru bir akış olduğundan... Fakat bu düzensizliğin de kapalı sistem içinde kendisini tekrardan düzenli bir forma sokma ihtiyacı hissedeceğini, kirlenmişlikten saflığa doğru bir yol alacağını da konuşmuştuk.
Bknz. Enerji, Dönüşüm, Döngü ve Hint Mitolojisi) Simgesel ve olması gerektiği için olacak bir şeyden söz etmiyoruz. Hani bütün kutsal kitaplarda yazan Adem’in yaradılış efsanesinde “Tanrı’nın yaşam soluğunu Adem’in burnuna üflemesi”nden sözedilir. Yaşadığımız yere ruh vermek de bizim görevimizdir.
Evimizi yeterince dağıttık. Artık toplanma zamanı; kullandıklarımızla, çöp olanı birbirinden ayırmanın...
Bir ruhu en fazla rahatsız eden şey, kostümünü giymiş olduğu bedenin sürdürdüğü yaşam ile dünyaya geliş amacını gerçekleştirememiş olmasının yarattığı gerilimdir.
“Ne istediğimi bilmiyorum.” gerilimi ifade eden en çarpıcı cümledir. Bu anlamda kim olduğunu biliyor olmak çok önemlidir. Ondan sonra amaç ve hedefler sıralanabilir. Küçük ya da büyük olmasının hiçbir önemi yoktur; yeter ki bir başkasıyla karşılaştırılarak yapılmış sahte, gerçekdışı bir şey olmasın. “Ne olacak onu ben de yaparım,” diyerek geçirdiğimiz zamanlar yaşamın akışına karşı salladığımız ve bizi sürekli güçsüz bırakan kulaçlardır.
Dünyanın en huzursuz ve mutsuz insanları enerjisini yanlış kullananlardır.
“İstemediğim bir işte çalışmak zorundayım.” Çağımız ne yazıkki bu insan grubunu üretti. Bunun nedeni de parıltılı sahte matrix dünyası. Kirlenmişlik, saf olmama durumu farkındalık bilincine zemin hazırlar demiştik. Matrix dünyasının farkında olmak çok önemli bir ayrıcalıktır.
Bir insanın başını sokacağı “bir” evi olur. Bilemediniz bu sayı iki olur. Sayı arttıkça bu Erasmus’un ifade ettiği “deliliğe” dönüşür. Küçük burjuva dünyası kışlık/yazlık ev ayrımını yarattı. Bugün milyonlarca insanın yılda bir kaç hafta kullandığı/kullanacağı yazlık evi var; yoksa da arzu ediyor. Mesleğim gereği bu duruma daha çok şahit oluyorum. Büyük burjuva sınıfından söz etmek bu yazıyı ne kadar ilgilendirir bilmiyorum. Fakat bir çok zengin hayatı boyunca bir gün “bile” oturmayacağı mülke milyonlarca dolar para yatırıyor. Önemli bir kısmı güvenlik nedeniyle daha korumalı evlerde, hatta apart residence’larda yaşamayı tercih etmelerine rağmen, ısrarla zenginliklerini buraya aktarıyorlar. (Bu konu başka bir düşünce sistemiyle de ilgili, yazmak üzere kapatıyorum) Yüzlerce sivil toplum örgütü, dernek, dergi sınırlı koşullarda ve inanılmaz yüksek kira derdi ile yaşıyor. Sahip olma ama kullanamama egosundan söz ediyoruz burada. En küçük ölçekte başlıyor, büyüyor büyüyor, büyüyor...
Bir insan kendisine hayır işleri yapmak, ruhsal hizmetlerde bulunmak üzere hedefler koymuş olabilir. Bu hedef, o kişinin ruhsal amacı ve niteliği ile uyum içinde bir rezonansa girerse, ve samimi ise; hayatının akışında bütün engellerin birer birer yıkıldığına, bu yolda herşeyin kolaylaştığına şahit olabilir. Bu kişi ben değilim; ama bu şekilde yaşayan canlı, gerçek insanlar tanıyorum.
Laf egoya gelmişken söz edemeden geçemeyeceğiz. Sahip olma duygusu, “Ben” bilinci mutlak suretle mutsuzlaştırır. İnsanın hayatında ego hiçbir zaman sıfırlanamaz. Ama farkındalık, dengenin önemini işaret eder. Özsaygısı gelişmemiş bir kişinin bir tarafı hep eksik kalacaktır. Eksiklik “daima” arayışa yönlendirir. Bu anlamda kendinin ne olduğunu bilen, özvarlığını sürekli dolu tutar. Çok basit örnekler verelim. Beş katlı bir apartmana sahibiz; fakat içini dolduracak, evin etrafındaki toprağın peyzajı ile ilgilenecek maddi gücümüz, belki de “zamanımız” yok. Bir çok insanın hep bir çalışma odası hayali vardır. Bu onda sürekli eksiklik duygusu yaratır. Günün birinde tam da istediği şekilde odası olur. Masasına oturur... Oturur... Bekler, bekler, bekler... Sonuçta hiçbir şey olmaz. Çünkü temelde bir “çalışma odası” ihtiyacından değil, özentiden kaynaklanan bir arzunun dürtüsüyle hareket edilmiştir. Boşa geçen bir zaman, akıp giden, daha verimli ve anlamlı noktalara yönlendirilemeyen kayıp enerji. Bunun, “iki muslukla doldurup, bir muslukla boşalttığımız havuzun ne kadar zamanda dolacağını neden hesap edip durduğumuzu anlamıyorum” diyen Cem Yılmaz’ın esprisindeki durumdan hiçbir farkı yoktur.
Yazar olma hayali ile, belki de hayatımız boyunca tek bir satır yazmadan bu arzu ile yanıp tutuşabiliriz. Bir çok insan hayatının roman olduğu “duygusuna” kapılır. Doğrudur, çünkü “bu” içinde yaşadığı sayısız hayatlardan gelmektedir. Ama roman dediğimiz şey bir hayatın kaleme alınması olmayabilir. Belki roman tanımını doğru yaptığımızda bir romana sahip olacağız. Yazar, bir çaybahçesinde vermiş olduğu siparişi beklerken, masadaki peçeteye iki satır bir şey yazma ihtiyacı duyan kişidir. Yazar olmak güzel bir duygudur, ama olamamak dünyanın sonu değildir. Çok iyi yazılar yazıp, “keşke gitar da çalabilseydim” diyen kişi için de...
Yaşamak onunla veya bir başkasıyla verdiğimiz bir savaş ya da kavga olmamalıdır. Fizikten küçük bir bilgi hatırlatması yapacağım. Konumuz, momentum. Birbirinden farklı kütlelere sahip iki cisim, yine farklı hızlarla birbirleriyle çarpiıştıkları noktada enerjileri eşitlenir; ortaya çıkan enerjiye göre harekete devam eder veya yine kütleleri ile orantılı olarak birbirlerinden ayrılarak giderler. Dünyaya günde milyonlarca meteor düşüyor. Dünya kendisinden hiçbir şey kaybetmiyor. Ama dünyaya ay çarparsa elbette bambaşka şeyler olur. Hayat çok büyük kütledir. Bizim kütlemiz de ortada. Momentum formülünde uygun yerlere kendi kütlenizi yerleştirip, deneyebilirsiniz. Hayatla uyumlu hale gelmek, orada kendimize bir yer bulmak ve o yeri de yaşanır hale getirmek amacımız olmalıdır.
Yazımızı bir şekilde sonlandırmamız gerekiyor. Yazılacak çok şey var. Umarım ne demek istediğimiz anlaşılmıştır.
Bütün bunları birbirinden ayırabilmek için, sakin bir zihne, sessizliğe ihtiyaç duyarız. Sessizlik, büyük bir hazine sandığının anahtarını sunar bize. Dur, demesini öğrenmek gerekiyor. Günümüzde bir moda şeklinde algılanan yoga/meditasyon uygulamalarına başlayan kişiler, “zihnimden akıp giden şeylere engel olamıyorum,” derler. İsminin, tekniğin ya da pratiğin ne olduğunun hiç önemi yoktur. Bir çok kişi meditasyon kelimesinden hoşlanmıyor. O zaman Ağustos ayının muhteşem günbatımlarında bir saat ayıralım kendimize. Saat 19:00 ile 20:30 arası bir zaman dilimi. Günün bütün yorgunluğu ne kadar üstümüze çökmüş olursa olsun. Bu görüntü eşliğinde kalalım. Günbatımı renginin içinde bir şey olduğunu hemen keşfedeceğiz. Keşfedememek de bir gerilim yaratmamalı. Belki bu da kendimiz adına bir keşfe dönüşmüştür.
İndigo Dergisi'ndeki Yazının orjinali/p>