<

<
Fotoğrafım
Ad:
Konum: Türkiye
< <

<Çarşamba, Eylül 13, 2006/h2> <
< <

<


Bazı kelimeler vardır; bunların Türkçe karşılıklarını bulmak ya da kullanmak yerine onunla düşünmek, algılamak ya da konuşmak çok daha anlamlıdır; kolaydır. Tamamen öznel bir değerlendirme yapıyorum. Paragrafın başına “bence” diye de ekleyebilirim. Retreat, beş sene önce hayatıma girdikten sonra böyle bir şeye dönüştü. İngilizce anlamını bilmediğim gibi, Sanskritçe’den gelmiş olduğunu sanıyordum.

Şimdi biliyorum... Ama bir kere daha tekrar edelim; üzerinde düşünelim.

İnternette kullandığım İngilizce sözlük Zargan, “retreat” kelimesinin karşısına;

“Geri adım atmak, geri çekme/çekilme, inziva köşesi, sığınak, şifa yurdu, tenha yer, uzaklaşmak...” gibi anlamlar sıralıyor.

Şimdi burada duracağız...

***

Modern yaşamın hepimizin üzerinde nasıl etkiler bıraktığını artık ezbere biliyoruz.

Trafikte çıldırmış insanlar görüntüsü; daha önce birbirini görmemiş iki insan, nereden kaynaklandığı bilinmeyen bir nefretle iki ezeli düşmana dönüşebiliyor. Bir başka sahne; köprüden kendini aşağı sarkıtmış bir adam, elinde tuttuğu silahla etrafını tehdit ediyor. İntihar hayata karşı yapılmış en büyük eylemdir; ama bu başka bir şey.

Saat 17:45... Mesainin bitmesine on beş dakika kalmış. Bir telefon çalıyor. İki yıl önce satmış olduğu “paslanmaz” tankın “paslanmış” olmasından dolayı kendisini sürekli arayan; yapmış olduğu taahhütten ötürü işverenine karşı zor duruma düşmüş müşterisine karşı altı aydır çözüm üretemeyip, giderek de bu sorunun içinde boğulmaya başlayan servis müdürü telefonu açıyor. Bir kaç dakika sonra konuşmanın seyri değişiyor; servis müdürü daha önce hiç kullanmadığı cümlelerle, karşısındaki ile arasındaki bütün köprüleri atıyor. Telefonu kapattığında, yapmış olduğu şeye kendisi de inanamıyor...

Örnekleri isteyen istediği gibi çoğaltabilir; bu anlamda hepimizin arşivi yeterince kalabalık...

Çıldırmanın sınırlarında dolaşıyoruz, hep beraber. “Yabancılaşma” terimini de kullanabiliriz. Etrafımızı saran dünyaya ve “öz” varoluş nedenimize karşı. Demek ki, içimizde bir yerlerde çok ciddi tahribat var ve farkına varmazsak, sonu hiç de iyi olmayacak bir sürecin içinde kendimizi daha önce hayal bile etmediğimiz bir yerde bulmamız mümkün. “Farkına varmazsak,” diyorum çünkü, “farkındalık” bize yeni bir dünyanın kapılarını açabilir; az önce çıldırmış olan servis müdürü, bu kez müşterisinden özür dilemek üzere kendisi telefona sarılabilir.

İşte bu, bir an kalınan sessizliğin içinde fark edilen bir aydınlanma.

Çağımız egonun ön plana çıktığı bir gösteriye dönüştüğü için, “geri adım atmak, geri çekilmek” en zor şeydir.

Kalabalık bizi yıpratmış, ilişkiler yormuş, disiplinsiz gürültü sinirlerimiz germiş; daha fazla çalışmak için tahammülümüz kalmamıştır.

“Uzaklaşmak istiyorum, bu gösteriden yoruldum artık; oynamaktan, sıramı beklemekten, sorunlarla uğraşmaktan...”

Yanlış giden bir şeyler olduğunu sezinlemekle birlikte adı koyulamayan, farkına varılamayan ve “ben kimim?” sorusunu sormaya kadar giden bir sürecin içinde yeni bir yolun hemen başında durmak.

“Neler oluyor? Neden bu kadar mutsuz ve umutsuzum?”

Kendimizi ilişkilerin içinde tavır alış şeklimize göre tanımlıyorduk. Bir takım tutuyor, belli bir ideolojiye inanıyorduk. Bir cinsiyetimiz vardı, örneğin erkek! Erkekliğimizi ifade ediş biçimimiz, karşı cinsle olan ilişkimiz “ben kimim” sorusunun yeni bir cevabı olabilirdi. Sonra mesleğimiz, dahası kariyerimiz de başka bir yanıt. Bunların hepsini biz yaşarken cevapladık durduk, üstelik gündelik hayatın içinde, herhangi bir topluluğa, cemiyete girdiğimizde, kendimizi tanıtırken, yukarıda saydığımız şeyler aklımıza ilk gelenler oluyordu.

Ama içimizde kopan fırtınaların, çelişkilerin nedenini hiç bir zaman tam olarak ifade edemedik. En azından benim için böyle bir süreç yaşandı. Çevremi saran her şeye karşı duyduğum merak; “neden, nasıl, niçin, ne zaman?” sorularını peşi sıra sormama da yol açıyordu. Her sorunun bir görünen, bir de görünmeyen; farkında olmadığımız cevapları vardı. Biz hep maddi yanıtlar, pozitif açıklamalarla hayatı tanımlamayı öğrenmiştik. Bunun ötesindeki her şey irrasyonel, akıldışıydı.

Ruhsal kimliğimiz her zaman onu dengede tutmaya çalıştığımız rasyonellik ve dengeli düşünme üzerine kurulmuştu; ama mutsuzduk. Üstelik her gün biribirini yadsıyan, çelişen bilimsel açıklamaların içinde de boğulma tehlikesi geçiriyorduk. Herkes hemen her şeyi aynı şekilde biliyor, açıklıyordu; sorunlar bir türlü çözülemiyordu.

Örneğin; hayat nasılsa bir “tesadüf” eseri oluvermişti. Yaşamamız bir tesadüftü; biriyle karşılaşmamız, onun bizi üzmesi, sevmemiz; aşık olmamız da...

Bu tesadüfler bizi rahatsız ediyordu. Başka bir şey olmalıydı.

Oturup, sakin bir kafa ile düşüneyim, diye odamıza çekildiğimizde, hayatla bağlantımız kesiliyor, daha da mutsuzlaşıyorduk. “Tek kalmak,” onarılmaz yaralar açıyordu.

Soru hâlâ cevaplanamamıştı, ben kimim?

İşte o sihirli cevap:

“Ben, aynı zamanda bir ruhum!”

O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Daha önceleri bedenimizin tamamen örttüğü, görmemizi engellediği, kirliliğin ve düzensizliğin gizlediği ruhumuzu ilk kez fark edeceğiz:

“Amazon Ormanlarının içinde kaybolmuştum ve nerede yaşadığımın farkında bile değildim. Bunun için ağaçların birine çıkıp, yukarıdan her şeye bakarak, neler olup bittiğini sorma ihtiyacı da hissetmiyordum, sanki. Ta ki, işte o güne kadar. En büyük, en geniş, en köklü “Ağaç” gövdesini bana açmıştı. Yukarı doğru tırmanmaya başladım. Tırmanma sürecimde, ağacı ağaç yapan gerçekleri de görüyordum. Dalları, gövdesinin biçimlenişi... En tepeye vardığımda gökyüzündeki yıldızlar bana göz kırpıyordu sanki. Sabah olduğunda, her taraf aydınlandığında o geniş yeşilliğin güzelliğiyle etrafımda olup biteni daha iyi anlayabiliyordum.”

***

Başladığımız yere tekrar geri dönmemiz gerekirse...

Dışımızda olup biten, maddi yaşamın bütün etkilerinden uzaklaşmamız için bizi zorlayan sessizliğin dinginliğine ihtiyaç duyarız. Sessizlik, ruhumuzla yapmış olduğumuz bir buluşmadır; ve bu buluşma sırasında etrafı taş bağlamış içselliğimizin derinliklerinde kaybetmiş ya da unutmuş olduğumuz hazineyi tekrar bulma şansı elde ederiz.

Bunun tek başına kalmak değil; “paylaşılamaz” yalnızlığın zenginleştirici enerjisini toplamak olduğunu da keşfederiz.

Baharın yenileyici başlangıcının sonrasında gelen yaz bize sanki bu mesajı verir. Burası, denizin kıyıya dokunduğu küçük bir sahil kasabası olabileceği gibi, iğne yapraklı çam ağaçlarının doldurduğu ormanın içinde, dağlardan aşağı süzülerek gelen kaynağın hemen kenarına kondurulmuş küçük bir evdir.

Mutlak suretle güneşin doğuşuna ve batışına eşlik eder.

“Ben bir ruhum,” dedikten sonra içsel bir yolculuk başlayacaktır. Peki, yolculuk nereye?

Kendi ruhumuzdan, Tanrı’ya doğru bir hac yoludur bu.

İşte retreat dediğimiz, o geri çekilme; farkındalığın güçlendirilmesi, kaynak olan Işık’ın daha güçlü görünmesini sağlayacak; bağlantıyı güçlendirecektir.



Retreat, sessizliktir; ruhsal bir doğumdur.

Retreat, sessizliktir; coşkulu bir kutlama ve birlik olma anıdır.

Retreat, sessizliktir; herşeyi kolaylaştıran içsel mutluluğun anahtarıdır.

Retreat, sessizliktir; sevgidir ve saflıktır.

Retreat, sessizliktir; “yüreğimizi sakinleştirir.”

Retreat, sessizliktir; farkındalıktan kaynaklanan güçlü olma durumudur.

Retreat, sessizliktir; deneyimdir.

Retreat, sessizliktir; hac yolunda bir dinlenme yeridir.

Retreat, sessizliktir; “mutluluk ve huzur titreşimleriyle, başkalarına da mutluluğun ve rahatın deneyimini verecek” bir kaynaktır.

Retreat, sessizliktir; “Işıklı bir hayata doğru hareketle, bir işaret bırakmadan yüreklere dokunuştur.”

Ve, “Mutluluk saf bir zihni gölge gibi izler;” mutlu ve huzurlu kalın.

İndigo Dergisi'ndeki Yazının orjinali için...
/p>
< < <
< <“Hayatımı nasıl yaşanılır hale getireceğim?” <

<

<


Dergide yazdığım spiritüel konulu yazılarımı takip edenlerin önemli bir sıkıntısı olabilir; teorik altyapı, kurgunun tamamına egemen olduğu için, hayattan kopuk beyin fırtınaları şeklinde algılanmaktadır; böyle bir geri besleme gelmemesine rağmen, kendi kendimi rahatsız ediyorum. Bu yazının içinde hayatımızı zorlaştıran şeylere karşı çözüm yöntemleri arayalım.

Bilgi, teori üretir; çünkü akıl zihin içinde olanı hiç durmaksızın sorgular; işin tuhafı aslında herkes için zor gözüken şey, en kolaydır. Yani, düşünmek, hayal etmek, felsefe yapmak, işkembeden konuşmak; hepimizin çokça yapmış olduğu teorik çalışmaların en basitlerindendir. Yaşamak; yani teorinin pratiğe dönüşmüş hali ise bir takım engellere takılır.

“...ama, yapamıyorum?”

Teori ile pratiğin harmoni içindeki birlikteliğine “praksis” diyoruz. Düşünce ile desteklenmiş eylemden, bilinçli seçimlerden söz ediyoruz. Teori de, pratik de ayrı ayrı ve tek başlarına bir şey ifade ederler. Zihnimizde bir “pop corn” tanesi gibi patlayan düşünce bir enerji merkezi yaratır ve eninde sonunda kozmik yasalara uygun olarak eyleme dönüşür.

***

Şimdi, biraz daha kendimize ait sorular soralım. Çağımızın en temel sorununun kapağını açalım.

“Her türlü şifa yolu arayışıma, zihinsel çalışmalarıma, profesyonel psikolojik ya da psikiyatrik yardımlara, meditasyon, yogaya, “güçlü inancıma” vs... rağmen hâlâ huzursuzluk, eksiklik, mutsuzsuzluk, sevgisizlik içinde, yaşamaktan zevk alamayan biri gibi; işleri bir türlü rast gitmeyen, sanki dünyaya başarısız olmak üzere, geldiğimi düşünüyorum. Çıkış yolu bulamıyorum, bunalıyorum. Galiba ne istediğimi de bilmiyorum...”

Hiç de yabancı gelmiyor değil mi?

Yukarıdaki soruyu kendine hayatı boyunca bir kaç kere sormuş bizler, muhtemelen hiç sevmediğimiz bir işte çalışıyoruz; aile hayatlarımız çözemediğimiz sorunlarla örülmüş, düğüm olmuş durumda. Yalnızlık çekiyoruz; kalabalığın içinde tek kalmış gibi... Çok istediğimiz halde bir sevgilimiz yok; ya da içinde bulunduğumuz sıkıntılı hayat yüzünden, yıllar önce büyük bir aşkla bağlanmış olduğumuz sevgilimiz, aşkımız, eşimiz bizi terk etmek üzere. Parasızlık en büyük dert. “İstediğim hiçbir şeye sahip olamıyorum” düşüncesinin yarattığı o eksiklik duygusu; peşi sıra gelen tatminsizlik.

“Hep yanlış seçimler... hayatın zorlamaları... felaketler...”

Suç bizim dışımızda bir yerlerde mi? Bugüne kadar orada aradık, rahatlatıcı bir süre kazandırdı; ama eninde sonunda o huzursuzluk daima içimizde kaldı ve bizi arayıp buldu.

...Ve yine bazı hayatlar vardır; ki su gibi aktığını izlersiniz. Şüphesiz sürekli kıyas halinde oluruz.

“Neden biz; ya da ben?”

Burada yazamadığımız tüm sorularla birlikte yaşadığımız açmazlardan nasıl kurtulacağımız ya da çözeceğimizin formülü “başarılı olduğumuz anlardaki kozmik beraberlikte gizlidir.” İşte bu anları fark etmeden yaşarız. Geçip giden mutlu, huzurlu, sevgi dolu günleri nostalji diye anar; yeni güzel günler bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi o tozlu, örümcek bağlamış mazinin içinde debelenir dururuz.

Nedir bu anlarda gizli olan “kozmik birlik?”

Hayat, akıp giden bir zaman nehri olarak imgelenir. Hatta son anda gözümüzün önünden bir film şeridinin aktığı söylenir. Burada akışkanlar mekaniği konusunun içine girmeyeceğim; ama mühendislik bilgimden de faydalanmak istiyorum. Bir yerden bir başka yere transfer etmenin en kolay yolu, o akışkanın tüm özelliklerini bilmekle mümkündür. Doğalgaz havadan hafif olduğu için bir gökdelenin en tepesine kadar rahatlıkla ve çok ince bir boru ile çıkarılabilir. Aynı şeyi bir başka yakıt olan LPG için söylemek mümkün değildir. Ağırdır ve transfer için ya pompa kullanmanız ya da boru içindeki basıncı arttırmanız gerekir. Belli bir basınçla akan sıvının karşısına başka basınçta başka sıvı çıkarsa; akışın düzeni bozulur. Örneğin debi arttıkça sıvının lineer akışı da değişir.

Uzatmayalım... Her ne kadar göreceli de olsa, tarafımızdan sürekli ölçülen ve kontrol edilen zaman dediğimiz şeyin içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Bu bir akıştır. Çoğumuzun farkına bile varmadığı şey, bazen bu akışın ters yönünde hareket etmeye çalışmamızdır.

“Hangi yönün doğru olduğunu nasıl bileceğim?”

Doğa olayları, rastgele yaşanmış tecrübeler, tesadüfler, bilgi haline getirilip, tekrarlanmasalardı, bilim olmazdı. Tecrübe dediğimiz şey bir anlamda tarihtir; o da kayıt haline getirilmiş vakalardır. Bilgi teori üretir demiştik. Teori ise praksisin içinde eyleme dönüşür. Praksisin içindeki eylem, bilinçlidir. Oradaki sonuçtan, yepyeni bir tecrübe, bilgi çıkacaktır.

Çok ciddi bir “farkındalık” bilincinden söz ediyoruz. Gözlemleyebilmek! Şart mı? Bence şart değil. Hayatını büyük bir sadelik ve saflıkla, yaşamın akışına uygun sürdürüp, her işi rast giden ve mutlu milyonlarca insan için bütün seçimlerini farkınalıkla yapıyor diyemeyiz; çünkü ihtiyaç duymazlar.

Saflığın, farkındalık bilincine ihtiyacı yoktur. Hiçbir şey bilmese de, ruhunun kozmik şifresi onu hep doğru enerji noktalarına çekecektir. Kapısında tek bir kilit bile olmasa, hiçbir hırsız evine girmeyecektir.

Farkındalık bilinci kirlenmeden, saflığını yitirmekten doğar. (Bu konuların her biri ayrı ayrı yazı konusu; fakat burada sadece yazıp geçiyoruz.) Neden “merak” ederiz örneğin? Bu ciddi bir rahatsızlıktır aslında.

Ruhumuzu kuşatmış olan o kirlenmişliğin neticesi olarak mutlu olamıyoruz; huzur içinde kalamıyoruz. Negatif enerji bir başka problemli enerji kaynağına doğru yol alıyor. Sürekli bir sınav halinde olduğumuzu hissediyoruz. Sınavlar hiç bitmiyor. Üstelik, verdiğimiz yanlış tepkilerle yepyeni olumsuz enerjiler yayıyoruz evrene; ve evren bize bütün bu enerjilerin karşılığını iade ediyor. Tahammül edilir gibi değil.

“Mutsuz bir evliliğimiz var ve bir türlü iyileştiremiyoruz. Danışmanlara gittik, birbirimizle sürekli yüzleştik, ben istediklerimi ona, o da bana anlattı. Herşey ne kadar güzel başlamıştı oysa... Ama olmuyor, eskisi gibi yapamıyoruz.”

Mutlu bir evliliğin formülü iki “tarafın” da aynı yerde olmasıyla mümkündür. (Elbette aşkı; sevgi ile bağlanmış kalbi zaten doğal olarak var kabul ediyoruz.) Ne demektir bu? Birbirine rakip olmuş iki kişinin birlikteliğinin anlamsız olduğundan söz ediyoruz.

Victoria döneminde kadın ve erkek birbirlerini o kadar sınırlı zamanlarda görebiliyorlardı ki, kavuşamamanın yarattığı potansiyel gerilim; güçlü bir aşk olarak ortaya çıkıyordu. Günümüzde herşey bu kadar çıplak ve kolayken, iletişim teknolojinin bütün nimetleriyle sınırsız hale gelmişken, iki insanın birbirini anlayamaz hale gelmesi düşündürücüdür. Fakat burada sorun birbirini anlamaya çalışmak değil. İktidar çatışmasına girmek. Evliliğin yarattığı sinerjiyi ortadan kaldıran bütün ters enerji akışlarını bu çatışma içinde kullanmak. Çağımız kirlenmişliğin tüm unsurlarını evlilik kurumuna da taşıyor kuşkusuz.

Üç oda ve salona sahip bir ev hayal edelim şimdi. Kapıdan içeri girdiğiniz andan itibaren, havasızlıktan kokmuş bir atmosferle karşılaşıyorsunuz. Perdeler çekilmiş, sürekli aç kapa yapılmasın diye bir kereliğine kapatılmış, bir daha da açılmamış. Salondaki oturma gruplarının üzerinde okunmuş eski gazeteler bir kaç gün önce nasıl bırakıldıysa öyle duruyor, sanki zaman durdurulmak isteniyor, gazete üzerinde kötü bir haberin fotoğrafı her an insanın sinirini bozuyor; halı süpürülmediğinden mi, yoksa başka nedenden mi bilinmez, rengini kaybetmiş, tozlu ve kirli; kullanılmış bir kaç çift çoraba ev sahipliği yapıyor. Yemek masası... Uzun zamandır üzerinde yemek yenmiyor; bir sürü kredi kartı ekstreleri, ödenmiş/ödenmemiş elektrik, su, doğalgaz, telefon faturaları, okunan/okunmayan kitaplar, VCD/DVD’ler, cep telefonu şarj aleti, tab ettirilmiş fotoğraflar, belki bir kuruyemiş tabağı, mutlak suretle tam ortaya yerleştirilmiş bir çini/cam/gümüş bir vazo vs... masayı tamamen örtmüş durumda... Yatak odası... Sabah zaten çok zor kalkıp, servise yetişmek için koşuşturulduğu için, toplanmamış, yorganı/pikesi özensizce bir kenara buruşturulmuş bir yatak görüntüsü... Üst üste duran pantalonlar, penyeler, t-shirtler, kazaklar... Evin en havasız bölümü burası... Mutfak. Bu evde bulaşıklar ihtiyaç olduğu zaman yıkanıyor... Eviye kullanılmış kirli tabaklarla doldurulmuş. Tabakların üzerindeki yemek artıkları katılaşmasın diye su tutulmuş ya da suyla doldurulmuş; çok büyük bir özen var bu noktada. Kurumuş, küflenmiş ekmek dilimleri... Buzdolabına koyulması unutulan peynir tabağı! Banyoya girmiyoruz, orası evin en mahrem yerlerinden bir tanesi... Kimbilir orası ne durumda?

Daha fazla uzatmaya gerek var mı? Bu ev gözümüzün önünde iyice canlanmış olmalı. Belki çok da tanıdık geliyor. Abartmış olabiliriz. Bir ev bütün odalarıyla, mutfağı, banyosu ile her zaman bu kadar dağınık olmayabilir; ama hangimiz evinde verdiği kalabalık bir parti sonrasında mutfağını bir sonraki gün temizlemek üzere bir an önce kendisini yatağa atmadan, gece dağınık bırakmamayı becerebiliyor?

Hep “yarın” düzenlenecek, derlenip toparlanacak bir hayat yaşamaktır bu.

Böyle bir evin içinde mutlu bir evlilik yaşamak mümkün müdür? Örneğimizi evlilikten verdik; ama bu evin içinde yaşayan gencin odasında olup bitenler için de aynı şeyler geçerli değil midir?

Dağınıklık yaşam enerjimizden; huzurumuzdan, mutluluğumuzdan, dahası “zamanımızdan” birşeyler alıp götürmektedir.

Ev çok güzel bir örnektir. İçinde bir hayat kurduğumuz yaşam da çeşitli bölümleriyle bir ev gibi değil midir? Hani en başta sorduğumuz soruların kaynağı olan. Mutlu, huzurlu, neşeli, sevgi dolu bir evin olmazsa olmaz koşulu, oranın sürekli ve her an yaşanabilir bir düzen içinde tutulmasıdır. (Kaostan, entropiden söz ettik zaman zaman. Düzenden düzensizliğe doğru bir akış olduğundan... Fakat bu düzensizliğin de kapalı sistem içinde kendisini tekrardan düzenli bir forma sokma ihtiyacı hissedeceğini, kirlenmişlikten saflığa doğru bir yol alacağını da konuşmuştuk. Bknz. Enerji, Dönüşüm, Döngü ve Hint Mitolojisi) Simgesel ve olması gerektiği için olacak bir şeyden söz etmiyoruz. Hani bütün kutsal kitaplarda yazan Adem’in yaradılış efsanesinde “Tanrı’nın yaşam soluğunu Adem’in burnuna üflemesi”nden sözedilir. Yaşadığımız yere ruh vermek de bizim görevimizdir.

Evimizi yeterince dağıttık. Artık toplanma zamanı; kullandıklarımızla, çöp olanı birbirinden ayırmanın...

Bir ruhu en fazla rahatsız eden şey, kostümünü giymiş olduğu bedenin sürdürdüğü yaşam ile dünyaya geliş amacını gerçekleştirememiş olmasının yarattığı gerilimdir.

“Ne istediğimi bilmiyorum.” gerilimi ifade eden en çarpıcı cümledir. Bu anlamda kim olduğunu biliyor olmak çok önemlidir. Ondan sonra amaç ve hedefler sıralanabilir. Küçük ya da büyük olmasının hiçbir önemi yoktur; yeter ki bir başkasıyla karşılaştırılarak yapılmış sahte, gerçekdışı bir şey olmasın. “Ne olacak onu ben de yaparım,” diyerek geçirdiğimiz zamanlar yaşamın akışına karşı salladığımız ve bizi sürekli güçsüz bırakan kulaçlardır.

Dünyanın en huzursuz ve mutsuz insanları enerjisini yanlış kullananlardır.

“İstemediğim bir işte çalışmak zorundayım.” Çağımız ne yazıkki bu insan grubunu üretti. Bunun nedeni de parıltılı sahte matrix dünyası. Kirlenmişlik, saf olmama durumu farkındalık bilincine zemin hazırlar demiştik. Matrix dünyasının farkında olmak çok önemli bir ayrıcalıktır.

Bir insanın başını sokacağı “bir” evi olur. Bilemediniz bu sayı iki olur. Sayı arttıkça bu Erasmus’un ifade ettiği “deliliğe” dönüşür. Küçük burjuva dünyası kışlık/yazlık ev ayrımını yarattı. Bugün milyonlarca insanın yılda bir kaç hafta kullandığı/kullanacağı yazlık evi var; yoksa da arzu ediyor. Mesleğim gereği bu duruma daha çok şahit oluyorum. Büyük burjuva sınıfından söz etmek bu yazıyı ne kadar ilgilendirir bilmiyorum. Fakat bir çok zengin hayatı boyunca bir gün “bile” oturmayacağı mülke milyonlarca dolar para yatırıyor. Önemli bir kısmı güvenlik nedeniyle daha korumalı evlerde, hatta apart residence’larda yaşamayı tercih etmelerine rağmen, ısrarla zenginliklerini buraya aktarıyorlar. (Bu konu başka bir düşünce sistemiyle de ilgili, yazmak üzere kapatıyorum) Yüzlerce sivil toplum örgütü, dernek, dergi sınırlı koşullarda ve inanılmaz yüksek kira derdi ile yaşıyor. Sahip olma ama kullanamama egosundan söz ediyoruz burada. En küçük ölçekte başlıyor, büyüyor büyüyor, büyüyor...

Bir insan kendisine hayır işleri yapmak, ruhsal hizmetlerde bulunmak üzere hedefler koymuş olabilir. Bu hedef, o kişinin ruhsal amacı ve niteliği ile uyum içinde bir rezonansa girerse, ve samimi ise; hayatının akışında bütün engellerin birer birer yıkıldığına, bu yolda herşeyin kolaylaştığına şahit olabilir. Bu kişi ben değilim; ama bu şekilde yaşayan canlı, gerçek insanlar tanıyorum.

Laf egoya gelmişken söz edemeden geçemeyeceğiz. Sahip olma duygusu, “Ben” bilinci mutlak suretle mutsuzlaştırır. İnsanın hayatında ego hiçbir zaman sıfırlanamaz. Ama farkındalık, dengenin önemini işaret eder. Özsaygısı gelişmemiş bir kişinin bir tarafı hep eksik kalacaktır. Eksiklik “daima” arayışa yönlendirir. Bu anlamda kendinin ne olduğunu bilen, özvarlığını sürekli dolu tutar. Çok basit örnekler verelim. Beş katlı bir apartmana sahibiz; fakat içini dolduracak, evin etrafındaki toprağın peyzajı ile ilgilenecek maddi gücümüz, belki de “zamanımız” yok. Bir çok insanın hep bir çalışma odası hayali vardır. Bu onda sürekli eksiklik duygusu yaratır. Günün birinde tam da istediği şekilde odası olur. Masasına oturur... Oturur... Bekler, bekler, bekler... Sonuçta hiçbir şey olmaz. Çünkü temelde bir “çalışma odası” ihtiyacından değil, özentiden kaynaklanan bir arzunun dürtüsüyle hareket edilmiştir. Boşa geçen bir zaman, akıp giden, daha verimli ve anlamlı noktalara yönlendirilemeyen kayıp enerji. Bunun, “iki muslukla doldurup, bir muslukla boşalttığımız havuzun ne kadar zamanda dolacağını neden hesap edip durduğumuzu anlamıyorum” diyen Cem Yılmaz’ın esprisindeki durumdan hiçbir farkı yoktur.

Yazar olma hayali ile, belki de hayatımız boyunca tek bir satır yazmadan bu arzu ile yanıp tutuşabiliriz. Bir çok insan hayatının roman olduğu “duygusuna” kapılır. Doğrudur, çünkü “bu” içinde yaşadığı sayısız hayatlardan gelmektedir. Ama roman dediğimiz şey bir hayatın kaleme alınması olmayabilir. Belki roman tanımını doğru yaptığımızda bir romana sahip olacağız. Yazar, bir çaybahçesinde vermiş olduğu siparişi beklerken, masadaki peçeteye iki satır bir şey yazma ihtiyacı duyan kişidir. Yazar olmak güzel bir duygudur, ama olamamak dünyanın sonu değildir. Çok iyi yazılar yazıp, “keşke gitar da çalabilseydim” diyen kişi için de...

Yaşamak onunla veya bir başkasıyla verdiğimiz bir savaş ya da kavga olmamalıdır. Fizikten küçük bir bilgi hatırlatması yapacağım. Konumuz, momentum. Birbirinden farklı kütlelere sahip iki cisim, yine farklı hızlarla birbirleriyle çarpiıştıkları noktada enerjileri eşitlenir; ortaya çıkan enerjiye göre harekete devam eder veya yine kütleleri ile orantılı olarak birbirlerinden ayrılarak giderler. Dünyaya günde milyonlarca meteor düşüyor. Dünya kendisinden hiçbir şey kaybetmiyor. Ama dünyaya ay çarparsa elbette bambaşka şeyler olur. Hayat çok büyük kütledir. Bizim kütlemiz de ortada. Momentum formülünde uygun yerlere kendi kütlenizi yerleştirip, deneyebilirsiniz. Hayatla uyumlu hale gelmek, orada kendimize bir yer bulmak ve o yeri de yaşanır hale getirmek amacımız olmalıdır.

Yazımızı bir şekilde sonlandırmamız gerekiyor. Yazılacak çok şey var. Umarım ne demek istediğimiz anlaşılmıştır.

Bütün bunları birbirinden ayırabilmek için, sakin bir zihne, sessizliğe ihtiyaç duyarız. Sessizlik, büyük bir hazine sandığının anahtarını sunar bize. Dur, demesini öğrenmek gerekiyor. Günümüzde bir moda şeklinde algılanan yoga/meditasyon uygulamalarına başlayan kişiler, “zihnimden akıp giden şeylere engel olamıyorum,” derler. İsminin, tekniğin ya da pratiğin ne olduğunun hiç önemi yoktur. Bir çok kişi meditasyon kelimesinden hoşlanmıyor. O zaman Ağustos ayının muhteşem günbatımlarında bir saat ayıralım kendimize. Saat 19:00 ile 20:30 arası bir zaman dilimi. Günün bütün yorgunluğu ne kadar üstümüze çökmüş olursa olsun. Bu görüntü eşliğinde kalalım. Günbatımı renginin içinde bir şey olduğunu hemen keşfedeceğiz. Keşfedememek de bir gerilim yaratmamalı. Belki bu da kendimiz adına bir keşfe dönüşmüştür.

İndigo Dergisi'ndeki Yazının orjinali
/p>
< < <

<Çarşamba, Nisan 19, 2006/h2> <
< <

<


Alman bilim adamı, fizikçi Rudolf Claussius, enerjinin kirli ve kullanılamayan biçimine “entropi” ismini verirken; felsefeden tutun da, tarihe, ekonomiye, sosyolojiye, hatta seksolojiye, kozmolojiye, nükleer fizyondan hemen herşeye katkı ve etki yaratacak, düşünmenin şeklini değiştirecek bir yenilik yaptığının farkında mıydı, bilemiyoruz.

Biraz sonra konuşmaya başlayacağımız “entropi” konusunda herkesin en azından küçük fikir de olsa bir şeyler bilmesi ve düşünmesinde fayda vardır. Baharın canlandırdığı şu içinde yaşadığımız günler yenilenmiş taptaze düşünce dünyamız için uygun bir zaman olduğunu fısıldıyor kulağıma.

Entropi ile tanışmam, üniversite yıllarına; mesleki öğrenimime dayanıyor. Bu anlamda kendimi şanslı sayıyorum; çünkü bir makina (Fakültemin kapısında, diplomamda ve meslek odası kimliğimde “makina” yazıyor, bu nedenle bir türlü elim “makine” yazmaya gitmiyor; yanlışsa da bunu bilerek yapıyorum) mühendisi ve ısı üzerinde yetkinleşmiş, uzmanlaşmış biri olarak “entropi” ile sürekli ilişki halindeyim.

Termodinamik bilimi, bize eşsiz üç adet yasa armağan etmiştir. Yasa kavramının altını çizmek istiyorum. Bilim aslında teorilerle hareket eder. Bu da yanlışlığı kanıtlanmamış; ama doğruluğuna da yüzde yüz güvenemeyeceğimiz, kabullerdir. Oysa termodinamik “yasa” koymuştur.

Termodinamiğin Sıfırıncı Yasası şöyle bir bilgi verir; evrende “enerji” (ya da madde) sabittir, yaratılamadığı gibi yok edilemez.

Kimyada bütün problemler; bir reaksiyona giren maddelerin toplam kütlelerinin reaksiyondan çıkan maddelerin kütlelerine eşit olduğu ilkesinden yola çıkılarak çözülebilir.

Bu yasa bizi “ister istemez” kapalı bir evren modeliyle başbaşa bırakır. Kainatımızın maddi varoluşunun bir sınırı ve içindekilerinin değişmez bir toplamı vardır. (Biraz kafa karıştırıcak; ama yeri gelmişken parantez içinde, insanın da toplamının sabit olması gerektiğinin fikrini hatırlayacağız.) “Ölçemediğimiz” bu hacmin içinde enerji/madde, sürekli birbiri ile tepkimeye girer, içeriğin niteliği (göreceli olarak) değişse de eninde sonunda nicelik “Bir” olur.

Termodinamiğin Birinci Yasası ise, ısı biliminin en genel formüllerinin üretilmesine yardımcı olmuştur. Isı (enerji), sıcaktan, soğuğa hareket eder. Bunu pratik olarak test etmenin yolu, kışın pencerenizi açtığınızda, ısının dışarı doğru kaçışını gözlemlemektir. Siz içerideyken, ısının terk ettiği hacimde hissettiğiniz üşüme duygusu nedeniyle, sanki içeri soğuk giriyormuş gibi gözlemlersiniz; ama gerçekte ısı dışarı akıyordur ve eğer fırsatınız olur da pencerenin dışında durursanız, yüzünüze çarpan sıcaklığı hissedebilirsiniz.

Bu yasa “potansiyel olarak yüklü olanın, yüksüze doğru hareket edeceğini” işaret eder. Hiç bir madde kusursuz bir izolasyon görevi yapamayacağı için enerji bir şekilde kaçacaktır, hareket edecektir. Enerjinin hiç bir türünü sonsuza kadar hapsetmeniz, korumanız mümkün değildir. Bu nedenle kışın gün içinde sekiz saat kalorifer kazanınız evinizi ısıtmak için çalışır. Ekonomi yapma adına siz evinizi çeşitli izolasyon yöntemleriyle bohçalasanız da bilirsiniz ki, kazanınız çalışmalıdır.

Doğa “dengeyi” çok sever. Bu nedenle de iki farklı enerji seviyesi, birbirine denk hale gelinceye kadar hareket devam eder.

Ve, Termodinamiğin “entropiyi anlatan” meşhur İkinci Yasası.

İnsan zekası maddeyi ve enerjiyi belli bir disiplin altına almış, onu kullanır olmuştur. Kullanmak da zorundadır yoksa modern yaşam dediğimiz şey hiç bir zaman olmazdı.

Sanayi Devrimi dediğimiz şey; buhar motorunun keşfiyle başlar; motor sonsuz bir çevrimdir. Kömürün, yeraltındaki madenlerden; çoluk çocuk demeden günde 18 saat çalıştırılarak yeryüzüne çıkarılması, aslında döngünün “demir çağı” dediğimiz sürecinin en dramatik sahnelerinden bir tanesidir. Bugünün postmodern dünyasının hangi temeller üzerinde olduğunu hiç unutmamak da gerekiyor. “Taylor” denilen adam, modern iş planlaması ve organizasyonunu geliştiren ilk kişidir. En büyük buluşlarının arasında da “kömür küreği” gelir. Taylor gözlemci bir adamdır. On iki on üç yaşındaki çocukların kömürü vagonlara attığı kömür dolu kürekleri izler uzunca bir süre. Sonra, kömürü topladığı küreğin biraz daha büyütülebileceğini, bunun çalışmanın verimliliğini arttırarak, zaman kazandırabileceğinin bir metot çalışması yapar. Sonuç, mucizevidir. Taylor’un modern hayatın başlangıcı için yaptığı buluşlar sayısızdır. Yeri değil, sadece özet geçiyorum.

Kömürün bir kazanda yakılarak ortaya çıkarılan enerjisinin suya verilmesi, onun buhara dönüşmesi ve buharın da hareket enerjisine çevrilmesiyle, “iman gücünden kurtulan” iş yapabilme gücündeki olağanüstü artış sonunda sanayi devrimi başlar.

İlk zamanlarda, kömürün daha verimli kullanılması gibi bir endişe yoktu. Ama zaman içinde verimlilik hesapları öylesine arttı ki, en küçük kayba bile tahammül edilemez hale gelindi.

Şöyle pratikleştirelim. On beş yıl önceye kadar, İstanbul’da, ısıtma kazanlarımız kömürle çalışıyordu. Kömür kazanlarının verimi en fazla %60’tır. O da zaman içinde düşer. Kazanın eskimesi, cidarlarda oluşan kurum tabakası; bacanın kötülüğü; bir de buna kömür kalitesizliği eklendiğinde verimliliğin zamanla düşmesi kaçınılmaz olur. Bu ne demektir? Siz 1.000 YTL’lik kömür alıyorsunuzdur, ama efektif olarak, yıl sonunda en fazla 400 YTL’lik bir ısı kazancı elde edebiliyorsunuzdur. Bunun yanı sıra, çevreye verdiğiniz zararlar, ürettiğiniz kül, duman da katma değer olarak size geri geliyordur.

Böylesi bir hesabı sanayi içinde yaptığınızı düşünün. Bir pazara ürün hazırlıyorsunuz ve rekabet ediyorsunuz, bütün girdilerinizi düşürmek hayati önem taşıyor. Bu nedenle de teknolojinin gelişmesine her fırsatta ön ayak olmanız gerekir. Daha verimli kazanlar üretmeli, daha zararsız yakıtlar bulmalı, hatta başka enerji üretme biçimlerini aramalısınızdır. Bu hiç bitmeyen global bir savaştır.

Türkiye sanayicisi hâlâ kullandığı enerji için, Avrupalı benzerlerinin çok üzerinde bedeller ödemektedir. Bu elbette pazardaki rekabet gücünü düşüren etkendir. Bizim gibi ülkeler, girdi maliyetlerindeki yükseklik ve teknolojik geriliklerini, işgücünün ücretini düşürerek dengelemeye çalışmaktadır.

Enerji kaynağından maksimum fayda sağlama düşüncesi, sonuçta endüstriyel bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu da bize yeni bir yasa getirmiştir.

Enerjinin üretim ve dönüşüm süreçleri sırasında ne yaparsanız yapın, en mükemmel şartları sağlamaya çalışırsanız çalışın, sonuçta bir kısmı, sizin tarafınızdan hiç bir şekilde kullanılamadan, boşluğa doğru yayılır; kaybolmaz! Bu sizin kontrolüze girmeyen, aslında hiç bir disiplin altına toplanamayan bir enerjidir. Aslında, eninde sonunda bütün enerji türlerinin uğrayacağı bir sondur. Evinizi ısıtmak için yakmış olduğunuz kazanda ürettiğiniz ısı, radyatörleriniz aracılığıyla odanıza yayılırken, bir şeyler kaybetmiştir. Ama süreç devam eder ve odanızın içinde de kayboluş sürer. Attığınız her adımda bedeniniz, ürettiği enerjiyi, harekete çevirir, sonra da o evrenin içinde kaybolur gider. Sesiniz, konuşmalarınız, bir enerjidir, boşlukta konsantre hali çözünür, yiter.

Teknoloji, ya da insani boyutuyla; akıl, geliştikçe, ona bağlı olarak maddeden/enerjiden maksimum fayda sağlamanın yolları da artmıştır. Bir birim enerjinin daha verimli bir şekilde kullanıldığı günümüz dünyasına eklenen bir diğer sorun, enerji her ne kadar daha verimli kullanılıyor olursa olsun, kullanım alanları ve şekli artmıştır. Küresel Isınma dediğimiz şey de, teknolojik gelişmenin sonucu endüstriyel bir “üründür.”

Bugün evlerimizde kullandığımız yakıt doğalgazdır; kazanlarımız daha yeni ve akıllıdır. Kullanma verimi olarak %90 gibi çok ciddi bir büyüklük vardır. Yanan yakıt, bacadan subuharına dönüşerek çıkmakta, atmosfere insan sağlığı açısından çok fazla zarar vermeyecek bir şekilde yayılmaktadır. Bununla birlikte; kentleşme artmakta, şehir büyümekte, birim alanda tüketilen yakıt artmaktadır.

Ve biz ne yaparsak yapalım, ilk ateşlemede %10’luk bir kayıpla karşı karşıyayız; bunu çeşitli yöntemlerle %4’lere kadar düşürmek mümkün olsa bile, doğalgazdan elde ettiğimiz ısı enerjisinin %100’ü bir süre sonra atmosfere düzensiz bir şekilde yayılacak, evrenin herhangi bir yerinde serseri dolaşımını devam ettirecektir.

Bundan kaçış yoktur.

Evrende sürekli bir düzensizlik, kontrol altına alınamayan enerjinin yeni bir biçimi doğmaya, birikmeye başlar.

Rudolf Claussius buna “entropi” ismini vermiştir.

Termodinamiğin İkinci Yasası da işte bunu işaret eder. Niceliği sabit olan enerji/madde, bir başka biçime dönüşürken, dönüştürülürken, yüzde yüz bir dönüşüm gerçekleşmez; ortada hiç bir zaman kullanılamayacak bir enerji biçimi, düzensizlik, kaos; entropi ortaya çıkar ve bu devamlı artar. Ya da formülü şöyle kurabiliriz; “kullanılabilir enerji miktarındaki kayba, entropi” diyebiliriz.

Sanayi Devrimi süreci içinde ortaya çıkan; ama onu aşan bir “yasadır” entropi. Aynı zamanda mistik bir tarafı da vardır. Çünkü; evrenin bir kaos ile; mahşer günü ile karşı karşıya olduğunu formüle etmiştir. O güne kadar kutsal kitaplarda yazan şeyi bilim adamları fiziki formüllerle ortaya koymuştur.

Düzen, düzensizliğe doğru akış sürecini devam ettirmekte, ibre şu an için düzenden yana gözükmektedir; ama hareket devam ettikçe, karmaşa artacak, sonunda hiç kimsenin bilemeyeceği bir kaos her şeye hakim olacaktır.

Peki kaos sonsuza kadar sürecek midir?
Uzay Gökerman
/p>
< < <
< <

<


Kral olunmaz; doğulur.

Kral Arthur’un hikayesini hemen herkes bilir sanırım. Hatırlayalım:

Büyücü Merlin İngiliz kralının her türlü isteğini yerine getirmekle görevlidir. Diğer taraftan da onun sağduyusu gibi yanında durur. Doğruları gösterir, yapmaması gerekeni işaret eder. Adı her ne kadar büyücü olsa da “bilgeliğin” sembolüdür. Kral, bir gün derebeylerinden birinin karısına göz koyar. Ele geçirmek için de Merlin’den yardım ister. Merlin önce karşı koysa da sonra direnci kırılır. Çünkü, kral önüne geçilmez bir “arzu” ile doludur. Onu ne yapıp edip yaşayacaktır. Zihin sadece tek yönlü çalışmakta ve arzu üretmekte; akıl, bilgelik devre dışına çıkmıştır. Derebeyine bir oyun oynanır. Güvenliğini tehdit eden bir başka soylu ile savaşmak üzere tek başına kalesinin dışına çıkar. Bu sırada Merlin’in yaptığı büyü ile kral kadına, kalesine geri dönmüş kocası gibi görünür. O gece birlikte olurlar. Derebeyi de dışarıda pusuya düşürülerek öldürülür. Kadın, kralındır artık. Merlin’in tam da bu durum için bir şartı vardır. Bu yeni beraberliğin meyvası olacak çocuk, ona verilecek ve kendisi tarafından yetiştirecektir. Kısa süre sonra kadın hamile kalır ve bir erkek çocuk doğurur. Merlin ortaya çıkar ve daha annesinin memesinde olan bebeği çeker alır. Ormana götürür.

Sonradan bir başka ailenin yanına verildiğini öğreniriz. İngiltere’de taht kavgası bir türlü bitmez. Merlin tahtın varsini bu kavgalardan uzakta tutup, yetiştirmek istemektedir. O savaşların birinde kral öldürülür. Krallığın güç simgesi olan kılıç “Excalibur” da bu dövüş sırasında kralın elinden fırlayarak bir taşa saplanır. Ve yıllarca sürecek olan kargaşa ortamına girilir. Krallık üzerinde hak sahibi olanların yapması gereken tek şey vardır. Bu kılıcı yerinden çıkarıp, gerçek kral olduğunu ispat etmelidir. Bunun için yarışmalar düzenlenir. Ama kimse onu yerinden çıkarmada başarılı olmaz.

Yine o festivallerden birinde Arthur, Merlin tarafından, güven içinde yetiştirilmek üzere bırakılmış olduğu ve ailesi bildiği kişilerle yarışma alanına gelir. Abisinin yardımcısı rolündedir; onun oyun alanında kullanacağı kılıcı taşımaktadır. Tam yarışma başlayacakken sorumlu olduğu kılıcı kaybettiğini fark eder. Koşarak taşın üzerine çıkar ve Excalibur’u kolaylıkla yerinden çıkartır. O sırada gelişmeleri görenler çok şaşırırlar; gencecik bir çocuğun bunu nasıl yaptığını da merak ederler. Hatta onu oradan uzaklaştırmaya ve kılıcı kendileri yerinden çıkarmaya çalışırlar. Bütün denemeler başarısız olur. Taht Arthur’un hakkıdır. Taşın üzerine bir kere daha çıkar. O sırada Merlin de ortaya çıkar. Arthur’un kral olduğunu ilan eder. Sonra İngiltere Krallığı yeniden kurulur. Camelot şehri inşa edilir. Ülke birleştirilerek savaşlar bitirilir. Sonrası krallığın “yine” bir kadın yüzünden parçalanması hikayesine dönüşecektir.

Avrupa krallıklarının kurulmaya başladığı dönemde krallık tahtının soylu bir kana bağlı olduğunu ve her isteyenin ona sahip olamayacağının mitosudur bu. Benzer öyküler ve efsaneler her ülkenin yazılı ya da sözlü kültüründe bulunur.

Biz şimdi neden böyle bir başlık attık. Krallık kurumunu yeniden getirme derdimiz mi var? Ya da soyumuzu bir yerlere mi bağlamaya çalışıyoruz? Seçkincilik mi yapacağız? Zaten beceremediğimiz demokrasi sürecinin içine bir de böyle kafa karıştırıcı bir şey mi başlatacağız?

Hiç bir değil ya da hepsinin biraz toplamı.

Kendi kendimize bir sürü sorular soruyoruz.

Ben kimim?
Neden varım?
Neden böyle yaşam sürüyorum?
Neden spritüel bir arayış içindeyim?
...

Sorular alt alta koyulursa sonu gelmez. Bütün soruların başında da “neden” soru kelimesi vardır.

Bu konuyla ilgili bir çok şey yazdık, yazıyoruz ve tartışıyoruz. Şimdi bir başka boyut açalım.

İlk soru ve cevabım nedir?

Ben kimim? Ben “huzurlu” bir ruhum. Om Shanti!

Ben nasıl huzurlu bir ruh oluyorum? Çünkü benim ne korkum, kaygım, tasam, kaybetme endişem, bu anlamda hiç bir şeyim yok.

“Ben bir kralım!”

Bir Kralın öncelikle egemenlik kuracağı bir yere (araziye, toprağa, ülkeye...) ihtiyacı vardır. Sonra? Bilgiye. Bilgeliğe. Erdemlere; bütün değerlerin içinde saklanacağı bir zihin ile onları çok iyi dengeleyecek bir akıl! Daha? Var elbette: Güçlü olmalıdır. Bütün güçler onun emrinde olmalıdır. Başka? Pratik. Saydığımız şeylerin o ülkenin sınırları içinde doğru uygulanabildiğinin ispatı.

Ben bir ruhum ve var oluşumdan kaynaklanan sebeplerden ötürü, bir kralım. Krallığım bedenimdir. Bütün yaşamlardan edindiğim bilginin (farkındalığın) diskini çeviriyorum. Görüyorum, duyuyorum, anlıyorum, düşünüyorum, karar alıyorum / veriyorum, uyguluyorum, belirliyorum; değiştiriyorum, üretiyorum, yeniliyorum, güzelleştiriyorum, sevgi, mutluluk, huzur ve saflık dağıtıyorum; onu koruyorum. Güçlüyüm. Olumsuzluklardan korkmuyorum. Etrafımda olup bitenin zaten farkındayım. Beni çevreleyen ve benden kaynaklanan negatif ya da olumsuz şeylerin olabileceğini biliyorum ve bütün bunları, sahip olduğum bütün güçleri deneyimleyebileceğim bir neden olarak bana geldiğini hatta zaman zaman güçleri hazır tutabilmek için benim böylesi pratiklere (savaşlara) girdiğimin farkındayım. Kendime güveniyorum. Ben kralım ve her şeye sahip olduğum için kaybetmem. Bu nedenle de doğru adımlar atarım.

Dönüp dolaşıp, tek bir nokta üzerinde dönüyor gibiyiz ama adı üzerinde noktadır ve bütün yönlere açıktır. Her yönden “O” nokta kuşatılmalıdır ki; özündeki ışığın parlayabilmesi için boşluk bırakılmadan çepeçevre temizlensin.

Çağlar boyunca ne olduğumuzun sorusunu sorarak ve onu hatırlamaya çalışarak yaşadık durduk. Hep o cevaba yaklaştık, kenarında durduk; uzaklaştık. Hiç bir cevap beni mutlu etmedi. Huzur vermedi. Dahası benim ne olduğumun cevabı; dünya için bir anlam taşımadı. Değişmedi. Aşağı düşüş sürdü. Kargaşa arttı. Endişe, evham ve gelecek korkusu büyüdü, taştı. Artık son noktaya geldik. Çünkü elimizdekini, yaşam alanını da kaybetme tehlikesi kapımızı çaldı. Bir şeyler yapmalıyım. Ya ben değişeceğim, dünyayı değiştireceğim ya da değişmeyerek yok oluşun içine doğru sürükleneceğim.

Özüm, gereği; ikinci ihtimalin gerçekleşmesine asla izin veremem. Zaten bu nedenle buradayım ve soruyorum: Farkındayım. Demek ki, değiştirmek için bir süreç başlatmışım. Bu ne demek? Artık ben kral olduğumun farkına vardım. Kılıcı buldum, taşın içinden çıkardım.

Ama...

İşte düğüm burada kilitleniyor. Çünkü kral olduğunu bilmek yetmiyor. Ona sahip olmayı bilmek gerekiyor.

Bütün imparatorlukların ve krallıkların sonu sahip olduğu şeye sahip çıkamamak, güçlerini kullanmamak, onu geliştirmemekten gelmiştir. Zaten bu nedenle hepimiz “sürgünde” yaşayan krallara dönüşmüşüz. Bir zamanlar elimizin altında tuttuğumuz her şey oraya buraya dağılmış. Yeni bir krallık için onları toplamak gerekiyor.

Şimdi o süreci deneyimleyelim...
Uzay Gökerman
/p>
< < <
< <

<


Gözlerimizi kapatıp, bir arazi düşünelim.

Bir tarafından kristal parlaklığında suyu akan, akmak ne kelime kayalara vurdukça çağıldayan; diğer tarafında göçmen kuşların her sene ezbere yuva yaptıkları zeytin, ceviz, kiraz, elma, meşe, servi ağaçlarını barındıran, göz alabildiğince uzanan toprağın engebeli kıvrımlarının üzerini ilkbaharda tayfın en güzel renklerine; papatya beyazı, gelincik kırmızısına; yazın günebakan, başak sarısına, sonra sonbahara; kışın da tertemiz beyaza, boyayan, bir sene buğday, diğer sene ayçiçeği, pamuk, bir sonraki zaman sebze ekilebilen, hatta bir köşesine sıra sıra dizilmiş bağlarında salkım salkım üzümleri; diğer köşesinde de fındığı, fıstığıyla neredeyse cenneti yaşatan; yokun yok olduğu bir yer burası...

Arazi canlandı mı? Kelebeği, arısı, kovanı, peteği, sakası, kırlangıcı, koyunları, çoban köpeği mi eksik kaldı, yoksa? Belki ufuk çizgisine yakın bir yerde yükselen bir sıra dağ arıyordur gözlerimiz, yazın yaylalarında konaklamak, serinlemek arzusuyla, kimbilir?

Yaşamak mı istiyoruz burada, o zaman nerede güzeller güzeli evimiz?

* * *

“Bu arazi bize ait bir yer!”

“İstiyor musun?”

“Evet, orada yaşamalıyım!”

***

Bize ait ama yıllar önce kendi haline terk edilmiş!

Terk edip, şehre göçmüş, hem bedenimiz, aklımız, tutkularımız, her türlü arzumuz.

Şimdi de bu terk edilmiş yerin şu an halini hayal edelim.

“Geri dönüyoruz.”

Bir su kuyusu açmıştık hani yıllar önce, evimizin hemen yanında; sabahları uyanır uyanmaz koşup, buz gibi suyunda elimizi yüzümü yıkadığımız. Susuz kalmayan yalağında kuşların konup su içtikleri... Şimdi orada paslı bir tulumba, çalışmayan ve sadece tıslayan bir çeşme görüyorum. Kuyu bana küsmüş. Sular çekilmiş arazimden. Evi terk ederken içerisini korumak için çakmıştım hani pencerlerine çaprazlama tahtaları? Yaşarken böyle miydi burası? Evden, araziye uzanan yolun üzerindeyim şimdi. Yıllarca kimsenin üzerinde yürümediği yolda büyümüş yabani otlar. Toprağın durumu daha bir içler acısı. Kimsenin adını bilmediği uzun saplı otlar işgal etmiş ki, çoğunu geviş getiren hayvanlar bile yemez, tanımaz, yüz çevirir. Ağaçların, üzerinde kurumuş, bir kısmının da gölgesinde çürüyor, meyvaları.

Ben ekin ekmeyi, toprak da vermeyi unutmuşuz.

“Hüzünlü bir buluşma anını yaşıyoruz, hatırlıyorsunuz, değil mi?”

Post modern yaşantımız bizi şehirlerde, metropollerde topluyor. Büyük alışveriş alanlarının içinde, her ihtiyacımıza ulaşabilir, bir tam günü sıkılmadan geçirebileceğimiz mekanlar yaratılıyor. Arzuladığımız her şey anında yerine geliyor. Zaman kaybı yok. Tüketmek en son limitlerini zorluyor. Ne kadar paran varsa, arzularının yerine gelme zamanı o kadar ışık hızına yaklaşıyor.

Muhteşem bir teknoloji, sınırsız hayal gücü, sihirler içinde bir yaşam...

Ama bir o kadar da huzursuz, mutsuz, ruhuna yabancı, sahip olduğu şeylerden çabucak sıkılan insan tipi yaratılıyor, bu post modern yaşamın içinde. Çocuklara bakıyorsunuz, izledikleri bir film karesinde gördükleri oyuncağa sahip olmak için yapmadıkları baskı kalmıyor. Mağazaya girip, büyük bir heyecan ile onu satın alıyorsunuz; sonra evinize gitme zamanı içinde çocuk satın aldığı şeyi tüketip, unutuveriyor; odasında bir köşeye atıp, başka neyi arzulayabilirim diye televizyonun karşısına oturup, keşfe başlıyor. Arzulama – sahip olma ve onu harcama sürecinin içinde kaybolmamak mümkün değil.

Matrix Film’inde Morpheus, Neo’ya iki hap uzatır. Gerçek ve hayal olan... Gerçek olanı seçen kahraman, yeniden öğrenme sürecinin içine girer. Işık hızı ile çıktıkları yolculuk sırasında kendilerini yıkılmış, bitmiş, tam bir yokoluşu felaketi yaşamış, gerçek dünyanın üzerinde otururken bulurlar. Gerçek öylesine kahredicidir ki, çeşitli yanılsama oyunlarıyla onu gizlememiz gerekir. Bir türlü yüzleşemeyiz onunla. Nereye kadar? (Sonradan öğreniyoruz) Bilgisayar programı ile programlanmış ve kurulmuş hayatın içinde Neo ne kadar da mutluydu? Düşünmeye zaman bırakmayacak bir tempoda süren yaşam. Sonra gerçekler... Eninde sonunda karşımıza çıkacaklardır.

Bu artık tam onikiyi vuracak saatin son dakikalarını gösteren akrep ile yelkovanın duruşu gibi. Biraz sonra felaket kapımızı çalacak ve biz ona hem hazırlıksız belki de beklenmedik bir an içinde yakalanmış olacağız.

“Farkındalık” dediğimiz şeyi işte o terk ettiğimiz, unuttuğumuz, boş verdiğimiz araziyi yeniden bulma ve onun için bir şeyler yapma serüveninin süreci olarak görüyorum.

“Serüvenin başlangıcında duruyoruz...”

Bir süreç dediğimiz zaman; başlangıcı olan ve devam eden (sonu olan) bir şey anlaşılır. Uzunca bir yol almış ve size ait olanın yanına gelmişsinizdir. Birincisi, yaşadıklarınızdan ötürü yorgunsunuzdur; hatta belki de bedensel olanın yanında ruhsal olarak tam bir tükenişin içindesinizdir. Bu durumun çoğunlukla psikolojik sorunlar yaşayan insan tipi ile karıştırıldığı çok olmuştur. Belki de dışarıdan bakıldığında; alışılagelmiş yönlendirmelerin içinde, bu öyle tanımlanabilir de. Fakat, farkındalık sürecinin hemen başlangıcında yaşadığımız şey, büyük bir ihtimalle ruhsal tükenmişliğin, hatta karşımızda duran arazi gibi bakımsızlığın son haddidir. Böyle bir durumda insanın en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bedensel bir istek duymadığı, herhangi bir şeye karşı ilgisinin kaybolduğu, yaşayan bir ölü durumuna gelebildiğini de söyleyebiliriz.

Hemen bütün batı medeniyeti içinde yaşayan insanların zaman zaman bu duyguyu tattığını, yaşadığını ve böylesi bir çıkmazın içinde debelendiğini ifade edebiliriz. Bir taraftan insanın hayatını kolaylaştıran teknolojinin içinde bitmeyen bir gelişim, diğer taraftan da ruhsal tükeniş, yıkım.

Özellikle son üç dört yüzyıldır, insanoğlu farklı bir tanımlama içinde değerlendiriliyor. Kapitalizmin maddeci ve tüketime yönelik gelişiminde insan aklı tek bir tarafa yöneltilerek, çalıştırılıyor; dogmalarından kurtuluyor diye gösterilirken, medeniyetin kendisi “mutlak doğru” dogmasına dönüşüyor.

Burada yeri gelmişken küçük bir yer açıyorum, lafı daha da uzatma pahasına.

Geçen gün içinde bulunduğum bir toplulukta; bir arkadaşın, mutsuzluğun, sorunlu yaşamın, huzursuzluğun, bildiğimiz sanatın da kaynağı, besini olup olmadığını; huzurlu, sabit bir yaşamın insani olanın özünde bulunan sanatsal tarafı yok edip etmeyeceğini sordu. Bu soruya cevap verebilecek zamanım yoktu. Kısaca özetlemeye çalıştım; ama bunun yeterli olmadığını da biliyordum.

Medeniyet/teknoloji gelişirken, insanları toprağa bağlı üretim ilişkilerinden koparıp, şehirlere toplayarak, onların kendi aralarındaki ilişkileri farklı bir şekilde düzenlemeye başladı. Bu da çoğunlukla acı, mutsuzluk, savaşlar vb. Şeyler yarattı. Sanat da bundan payını aldı; beslendi. Büyük sanat yapıtlarının özündeki dramatik, trajik estetik; yaratıcısının da elinde büyük bir lirizme ulaşınca, anlayış bu yönde sivrilmeye başladı. Mutsuzluk içinde kıvranan kahramanların yaşadıkları toplum düzeniyle çatışmaları, ezilmeleri, yok olmalarının anlatım tarzı sanat oldu. Ama insana ne oldu? Düzenin sahibi; gerçeklik budur, bununla yetinin diye, bu yapıtları tekrar tekrar pişirip önümüze koydu.

Söylemek istediğim şey bu yapıtların sanatsal olmadığı değil. İnsani yaratım sürecindeki her şey sanatsal bir öz de taşır. Bu ne olursa olsun! Fakat gerçek sanatın sadece bu kaynaktan besleneceği yönündeki inanç ya da görüş içinde bulunduğumuz düzenin bir dayatması ve bizimde yaşadığımız yanılsamadır. Sanatçı o çelişkinin ve kısır döngünün içinde çıkamadığında üretilen her yapıt topluma sürekli mutsuz bir kısır “döngü” vermektedir. Belki de o günün şartlarında üretilebilecek bilinç budur. Ama bugün onun aşılması gerekir ve aşılabilir de.

Medeniyet bir araçtır. İnsan özündeki ruhsal olanı kaybettiğinde onun aracı haline gelir ve tükenmeye başlar. Bu nedenle öncelikle kendisine dayatılan yaşam ve felsefenin kendisini sorgulamalıdır.

“Ben ruhumu yükseltecek bir yaşam sürmüyorum. Çünkü böyle alışmadım. Varolan bilgi/din de bana yardımcı olmuyor. Ve mutlu değilim.”

O zaman? Kaybettiğim, kaçırdığım; göremediğim, bilmediğim, unuttuğum bir şeyler var.

O arazinin kıyısına geldiğimizde durum buydu. Ne yapmalıyım?

Bir kere eğer bu araziyi yeniden değerlendirme, orada yaşama amacım varsa, böyle bir karar aldıysam; bunu inançla ve vazgeçmeden uygulamalıyım. Çünkü diğerinin kolay yaşanabilir oluşu hâlâ yanı başımızda duruyordur ve arazinin başlangıçta çok işi vardır.

Öncelikle; yıllar önce terk etmiş olduğum ve bana ait olan evi, yuvamı tekrar içinde oturulabilir hale getirmeliyim. Bu az bir iş değildir. Hem içini temizleyeceğim, hem de orayı “özümle” dolduracağım. Orada yaşayacağım. “Yuvam, bedenim!”

Sonra; en kısa zamanda bir yaşam alanı açmalıyım. Evrensel olan boşluktan çok fazla hoşlanmaz ve boşluğu doldurur. Eğer ben orada kendime ait, düzenli bir yer yaraatmazsam, karmaşa orada yaşamaya devam edecektir. Bu nedenle kendim için, yeni hayatım için bir boşluk oluşturmalıyım.

Herkesin arazisi kendinin fiziksel durumuna göre zorluklar ya da kolaylıklar taşır. Bu nedenle madem böyle bir imge kuruyoruz; şöyle devam ettirmekte sakınca görmüyorum. Arazimizin temizlenmeye en uygun yerini bulup, oradan başlamak da bir faydadır.

Bir çoğumuzun tarif etmeye çalıştığım arazi parçası gibi yerin kıyısına gelip, oranın ne olduğu ile fazla ilgilenmeden direkt olarak işe giriştiğini ama çeşitli zorluklar yaşadığını (yaşadığımızı)ve çatışmaya girdiğini (girdiğimizi) biliriz.

Arazimizin içinde ne yapacağız? Bir kere hayatımızı devam ettireceğimiz, besinimizi sağlayacağımız bir toprak parçasına ihtiyaç duyacağız. Bunun acil ihtiyaç olduğu kesindir. Kimimiz eski yaşamdan öylesine tiksinmişizdir ki, yeninin cazibesi bizi içine çeker ve onun her noktası ile çılgınlar gibi ilgilenmeye, çalışmaya başlarız. Bunun boşa bir çaba olduğunu söylemek haddimize düşmez, bununla birlikte, hayatın her noktası kendi içinde bir döngü imgesidir. Mevsimleri vardır. Yazı, kışı; baharı; güzü! Kışlık yiyeceğimi, bahardan dikmeli, yazın toplanmalı, güzde istiflemeli, düzenlemeliyim; ki kışın açlık çekmeyeyim.

Bu imgenin hayatımız içinde karşılaştığımız zorluklar olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çünkü her an üretken olamam. Her an bir şeylerin tohumlarını dikip, bir gün sonra hasadını yapamam. Bu bir süreçtir. Ruhsal hayatım da bu sürecin içinde yasalara uyum sağlayacaktır.

Kaynaklarım nedir? Elimde neler var; sahip olduklarım ne? Hemen ne kadarını devreye sokabilirim?

Süreç deneme yanılma oyunun işin içine girmesiyle devam edebilir. Yanlışlarım ve yanılgılarım beni sürekli eskinin kolay ve pratik olanının içine itecektir. Sonra orada yeni mutsuzluklar, huzursuzluklar ve sorunlar yaşayacağım. Diğer taraftan eğer arazim için ne yapmalıyım sorusunu soruyorsam, diğer yılbaşında baharda neler yapacağımı ve yaşadıklarımdan öğrendiklerimle neler yapmayacağımı tartıp, yerine koymaya başlarım. Bu bir öncekinden daha kuvvetli bir inanca sahipse, yanlış yapmadığım için adım sağlam olacaktır. Peki hata, yanılgı ya da yanlış olmayacak mı? Olacak. Bu aşamanın da kendi içinde yanlışları, eksiklikleri olacak.

İhtiyacım olan yiyeceği hiç ya da yeterli üretememiş olabilirim. Böylelikle aç kalma tehlikesi sürekli kapımın önünde duruyordur. Ya da tek tip üretim yapıyorum ve yeterli beslenemiyorum. Başka şeyler de ekmeliyim. Bunun için daha fazla alana ihtiyaç duyacağım. Daha fazla temizlik, yer açma ve yeni ekin; ama doğru ekimler.

Ama artık hiç bir şey eskisi gibi değildir. Özünde doğal olanı bulduğum için ne gelirse gelsin mutluyum ve yenilgileri olumlu enerjiye dönüştürmeyi öğrenmişimdir.

Serüven devam edecektir.
Uzay Gökerman
/p>
< < <
< <

<



İnsan aynı zamanda beklentileriyle var olan bir varlıktır. Beklentisi olmayan insan da bir varlık olarak yaşayamıyor zaten. Beklentilerimizi neler oluşturuyor? Eğer bir ruh bilinci içindeysek, buna cevap olarak kısaca “karmalarımız” (bu kavramı zamanı geldiğince daha detaylı konuşabiliriz; şimdilik sadece eylemlerimiz; onlardan doğan sonuçlar ve sonuçların yarattığı yeni durumlar şeklinde özetleyelim) diyebiliyoruz. Çünkü bu yaşam bir sonrakinin tohumunu ve “beklentilerini” oluşturuyor.

Örneğin; ben kendimi bu yaşamda bir şeyleri yazmak üzerine kurgulamış ve önceki deneyimlerimin de etkilerinden kaynaklanan sorunsallarımı “yazarlık” formasyonu içinde birleştirmeyi düşünen bir beklenti yaratmış olabilirim. Bu beklenti kendi içinde bir takım kabulleri beraberinde getirir elbette. Nedir bu? Bir yazar neye ihtiyaç duyar? Yazacak zaman bulmaya? O ne?

Yalnızlık...

Yalnızlık kimileri için bir kabus olabilecekken, örneğin benim için nefes alınacak bir zaman dilimi olabilir. Öyle ki; çok kalabalık bir ortamın içinde insan kopabilir ve elinin altında yazmak için hiç bir aracı olmadığı anda oradan ayrılıp, başka bir dünyanın içine dalınabilir.

Bu kelimeyi ve kavramı özellikle seçiyorum. Beklenti ile yalnızlık dediğimiz şeyin birbiri ile olan ilişkisi; zaman zaman çok dikkat çekici olabiliyor.

Ruh bilinci içinde düşünmeye çalışalım şimdi. Bir ışık noktası olarak imgelediğimiz ruhumuzun deneyimden deneyime geçtiği o bedenlenme süreci içindeki beklentileriyle yalnızlığının beraberliğine...

İnsanın maddi varoluşu içinde sosyal bir varlık olduğunu hepimiz biliyoruz, ta ilkokuldaki hayat bilgisi kitaplarından. Sosyal varlık olduğumuzdan ilişki kurmaya başlıyoruz. Birey kendine arkadaşlar seçer. Bunlar onun dönemsel yaşıtları olur genelde. Özellikle belli bir yaş dilimine kadar herkes kendine akran olanları seçmeye gayret eder. Bunun zaman içinde farklılaşmasının da önüne geçemeyiz. Öyle bir hal alır ki; otuzlu yaşlarda, hatta kırklara geldiğimizde kendimize çok farklı yaş dilimlerinden arkadaşlar bulmuşuzdur.

Sonra çeşitli sosyal kulüplerin, partilerin, derneklerin vs. İçinde olmak isteriz. Kendimizi oralarda daha fazla ifade edebilmek için.

Her ilişki kendi içinde bir tartışma, sorun potansiyelini de beraberinde getirir. Bu doğal bir süreçtir. Ben varsam ve bunu bir deneyimleme süreci olarak yaşıyorsam, kendi doğamdan ve sonradan oluşan karmalarımdan ötürü çeşitli beklentilerim oluşmuştur. Beklentiler egonun bir ürünüdür. Örneğin sevilme beklentisi. Beklentiler içinde en yoğun olarak yaşanan bir türdür. Sevgiyi tanımama, onu yaşayamama ya da çeşitli eksikliklerden kaynaklanan sevgi açlığının ruh üzerinde yarattığı potansiyel gerilim, zaman zaman onun yanlış deneyimler ve ilişkiler kurmasına da neden olur.

Sevgiyi deneyimlemek de bir süreçtir. Belki de doğru sevgi biçimini, inancını ve duygusunu bulabilmek için örneğin 84 yaşam bir bedenden diğerine savrulmak da gerekir, kim bilir?

Bir yere ait olma duygusu da buna eklenen bir beklentidir. Beni hiç kimse sevmiyor, diye içimizden geçirdiğimiz en az bir anımız yok mudur? Yok diyenler bu döngüyü başarıyla tamamlamış olanlardır, onları tebrik ediyorum.

Sosyal bir varlığın getirisi olan bir yere ait olma duygusunun birden fazla adresi olduğu kesin. Millet, din, siyasi bir parti, fikir kulübü... Kişinin bununla da çatışmaya girmesi kaçınılmazdır. Ruhun beden alma sürecini birey olma süreci ile de açıklayabiliriz. Birey dediğimiz kişi özgür ruhtur. Bağımlılıkları minimum düzeye inmiştir. Örneğin feodal ilişkilerin getirdiği o insan – insan bağımlılığının içinde birey yoktur. İkinci dünya savaşı sırasında Avrupa’ya egemen olan faşizm atmosferi içinde de birey bütün egemenlik haklarını küçük bir sınıfın eline bırakmıştır. Bugün dünyanın bir çok bölgesinde buna benzer ilişkileri görebilmekteyiz. Ama uygar dünya bireyi de yaratmıştır. Bugünün bireyi için söylenebilecek olumlu olumsuz bir çok şey vardır. Ama bir şeyin altını çizmemiz gerekirse o da; birey olma süreci bir kere başladı mı geriye döndürülemez.

Birey olmanın içinde paradokslar vardır. Birey sürekli basamak atlayarak sürüden ayrılır. Beklentileri de farkılaşarak artar. Özgür ruh kendi içinde güzel bir şey gibi gözükse de mutlu olabilmesinin “eşiği” sürekli yükselir. Çağımız bilindiğini gibi ışık hızının ötesini sorgulamaya başladı. Bu sosyal varlık olarak insanı da etkiliyor kuşkusuz. Ruhun da beklentileri yükseliyor. İlişkileri giderek karmaşıklaşıyor. Anlık mutlulukların içinde koşuyor. Ve o anın mutluluğunu da çıkaramıyor. Bu bir enerji kümesi de yaratıyor elbette. Değişimi içinde gizleyen ve ona doğru dönüşüme yol veren bir potansiyeldir.

Diyalektik bize karşıtların birlikteliğini öğretti. Gündüz gece... Sıcak soğuk... Olumlu olumsuz... Negatif pozitif... Karşıtlar aynı zamanda gelişmenin gücüne dönüşüyor.

Farkındalık sürecinin içinde bir beklenti fenomeni var. Başka bir çeşit motor güç olarak karşımıza çıkıyor.

Beklenti içinde olmanın kendi içinde olumsuz bir söylem taşıdığını düşünürüz, hep. O bu kadar olumsuzluk taşır mı? Evet, taşır. Çünkü beklentinin negatif, düşürücü bir enerji olduğunu söyleyebiliriz. Daha önce entropi ile ilgili bir kaç şey yazmıştım. Kısaca söz etmek gerekirse, entropi dediğimiz şeye düzensizlik, kaos diyebiliriz. Yani başlangıç anında mükemmel bir formda olan madde / ruh zamanla içindeki o saf hali kaybetmeye başlar ve düşer. Bugün maddenin / ruhun düşmüş halini ölçmemiz gerekseydi ve bunun karşılığındaki o düzensizliği bilmemiz gerekseydi onu entropi dediğimiz şeyle ölçebilirdik.

Beklentinin entropi ile aynı formül içindeki bilinmeyen olduğunu düşünebiliriz. Beklentilerin artmasıyla, düzenin bozulduğunu, mükemmel formumuzu kaybettiğimizi düşünebiliriz yine bir imgeye başvurarak.

Peki biz bu beklentiden kaynaklanan olumsuzlukları çevirebilir, kendimizi yükseltecek bir forma dönüştürebilir miyiz?

Bir kere, beklenti ruhun bedenlenme sürecince ona sıfırdan, maksimuma kadar eşlik eden bir fenomendir. Ruh mükemmel forma, üst bilinçle varabilir ancak. Biz buna Türkçe’de eskiden olmayan ama dilimize giderek daha fazla giren “farkındalık” diyoruz. Bunun üzerine de çok fazla çaba harcıyoruz. Neyin farkına varıyoruz biz? Bunun bir sınırı yok muhakkak. Bugün beklenti fenomenini konuşuyoruz. O zaman farkındalık serüvenimizin içinde “beklenti” var. Mükemmel bir formun beklentisi olabilir mi?

Mükemmel form deyince aklıma, imge olarak, hep kimyadaki soygazlar gelir. Periyodik cetvelin en sağında yeralan ve hiç bir elementle tepkimeye girmeyen “tam” olan maddeler. Onun hemen solunda halojenler vardır. Flor, Klor, İyot... Bu elemenleri de doğda saf halde bulabilmek mümkün değildir. Çünkü öylesine büyük bir tepkime enerjileri vardır ki, doğada buldukları ilk madde ile tepkimeye girerler. Bu nedenle bir çok kaynak sularının içinde bu elementlerin bileşimlerini görürüz. Yine onlar gibi, Hidrojen, Potasyum, lityum... Onlar da doğada saf olarak bulunamazlar.

Doğada nispeten saf olarak bulunacak elementler de vardır. Örneğin Altın. Periyodik cetvelin ortalarında bir yerdedir ve o da diğer elementlerle tepkimeye girer ama saf öz varlığını da kaybetmeden korur. Bu nedenle ekonomik olarak bir değişim aracıdır. Değerdir.

Mükemmeliği soygazlar olarak nitelendirmiyorum. Çünkü onların varlık sebepleri başka olmalı. Biz ruhların, periyodik cetveldeki en ideal biçimi altın olabilir. Ve altın tam ortada durur, sağında ve solunda metallerle ametaller sıralanır. Ve her elementin enerji varoluşlarına (atomik yapıları) göre birbiriyleriyle tepkimeye girmelerini bizim beden alma sürecine benzetelim.

Bugün biz farkındalığı sorguluyoruz. Sorgulamamızı nasıl yapacağımızı biliyoruz. Bunun birincil yolu öncelikle diğerleriyle ilişkiye girmek ve bu süreci bir disiplin içinde düzen altına almak.
Uzay Gökerman


/p>
< < <
< <

<


Aslında bu herkesin kendisine sormuş olduğu bir soru değildir. Kimileri için de tamamen anlamsızdır; çünkü ne böylesi bir derdi vardır, ne de çevresinde olup biten böylesi benzer şeylere yönelmiş kişilere karşı ilgisi.

Kişisel Menkıbelerin açtığı yolların farklılıklarını sorgulmadan, bu soruyu kendime soruyorum, şimdi. Dünyanın bir sürü nimetinden yararlanmak, deli gibi tüketip, hiç bir şeyi tasa etmeden kendi kendime yaşamak varken, beni dürten ve başka şeyler sormama sebep olan nedir, diye?

Ya da, yaşantımın belirli dönemlerinde, neredeyse periyodik olarak karşıma çıkmış birbirine yakın nitelikteki problemlere bulduğum çözüm yöntemlerinin teker teker kendisini tüketmesi, her seferinde başarısız duruşunun arkasında, acaba başka bir yolu da olabilir miydi, düşüncesinin verdiği rahatsızlık.

Bir dönem okullarda ve üniversitelerde bilgisayar dersi olarak Basic programı okutulurdu. Bilmiyorum müfredat aynen devam ediyor mu? Elli yüz yıl öncesinden söz etmiyorum, yaşımız o kadar da eski olmasa gerek; on beş sene öncesi. Bilgisayarda kullanacağımız programı kendimiz yazacaktık ya, henüz Windows ortalarda gözükmüyordu, ya da biz bilmiyorduk ya... Programı numaralandırarak (10,20,30...) aşağı doğru oluşturduktan sonra, “bir de şemayla gösterin” derlerdi. Çeşitli geometrik şekillerin programcılık içinde kendine göre anlamları vardı.

O günlerde hayatımızı bu tip şemalaştırılmış programlara benzetirdim. Programcılığın kullandığı baklava diliminin (eşkenar dörtgen) içine soruyu ya da tercih etmemiz gereken şeyi yazardık. Eşkenar dörtgenin dört köşesi, bu köşelerin de birer anlamı vardır; ve her köşe yeni eşkenar dörtgenlere bağlanırdı. Tıpkı hayatımızda karşımıza çıkan ve sürekli seçimler yaptığımız yeni durumlar gibi.

İnsan hayatının programını çözebilmek, onu kağıda dökmek olanaklı olsaydı, içinde bulunduğumuz karmaşaların aslında çok basit bir kısır döngü olduğunu da görebilirdik. Yepyeni bir seçim yaptım diyerek başladığımız farklı bir yolun zaman içinde bizi yine bambaşka şekillerden dolaşarak, en baştaki yere getirdiğini çoğu zaman fark etmeyiz bile. Katettiğimiz yolun uzunluğu, sağımızı solumuzu kuşatmış görüntülerden (yaşadığımız maceralardan) dolayı, aynı yerde olmadığımız hissine kolaylıkla kapılabiliriz.

“Hâlâ bu şemanın içinde yaşamaıyor muyuz?”

Aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, sürekli aynı ya da benzer soruları sormaya devam ediyorsak, karşımıza hep daha önce yaşamış olduğumuz sorunlar, çözmemiz gereken problemler çıkıyorsa, daha sapmış olduğumuz (ya da tercih ettiğimiz) yollar bizi çok ilerlere götürmemiş demektir. Ki, çoğumuz, maddi olarak bir sürü şey kazanmış ya da kaybetmiş, profesyonel olarak öğrenmiş olduğumuz tonla bilginin yanı sıra, yine de bu durumun içindeyiz.

En başta huzursuzuz, mutluluğumuzu sürekli halde tutamıyoruz. Bazen kendimizi bir başkası için kötü düşünceler üretirken buluveriyoruz. Sevdiğimiz kişiyi kırıyoruz, bizi sevdiğini düşündüğümüz, hissettiğimiz kişinin küçük bir hareketiyle kırılıp, darmadağın oluveriyoruz. Anlamsız takıntılar içinde boğulup, kendi kendimize “bunun mantığı yok” desek bile o duygu karmaşasının içinden kurtulamıyoruz. Bitip tükenmek bilmeyen bir sahip olma duygusu içindeyiz. Duygularımızı tatmin etme yolunun, sürekli tüketmekten geçtiğini düşünüyoruz. Hayatta her şeyin bize karşı olduğunu hissediyoruz ya da ona göre savunma pozisyonuna geçiveriyoruz. İşte bu çok önemli:

“Yaşam, büyük bir savaş alanına dönüşüveriyor. Ekmek, aslanın ağzında aranır oluyor.”

Yukarıda saymış olduğumuz bütün negatiflikler “içimizden” kaynaklanır. Çünkü, hepsi bizim ona duygusal hayatımız dediğimiz şeyin ürünüdür.

Peki “içimiz” neresidir? Orasını yeterince tanıyor muyuz? Onun bu kadar gerilerde kalmasının sebepleri nelerdir?

Maddi algılamamız ve materyalist yaşantımız (burada kuru kuru klasik bir idealist felsefe yorumu yapmayacağım, yeri gelmişken söylemek istiyorum; madde, bu yazı içinde anlamaya çalıştığımız “ruhsallığımızdan” bağımsız bir varoluştur.) bizi öylesine aşılmaz ağlarla örmüştür ki, adına ruh dediğimiz, içselliğimize ulaşmamızın önünde en önemli engel olmuştur.

Spiritüllik bir süre sonra kendisini son bir seçenek olarak da olsa ortaya koyar; onun içine itiliveriz. Bugüne kadar tanımadığımız bir tarafımızın farkına varmışızdır. O hep, içinde bize ait bir sürü kayıtlarla vardır, hatta “sezgisel” olarak (adlandırdığımız, ifade ettiğimiz) vermiş olduğumuz bir sürü kararda (seçimde) kendisini göstermiştir. Ama bize (sadece) beynimizle düşündüğümüz öğretildiği için, onu görmezden, bilmezden gelmişizdir.

İşte tam bu yerde ben kimim sorusu daha önem kazanır hale gelir. Daha önceki buluşmamızda, Kişisel Menkıbemizin Evrensel Güçlerle uyum içinde kendisine bir yol aradığını konuşmuştuk. Hatta, farkında bile olmadığımız gerçek doğamızın dışında bir yönelimimiz olduğu durumlarda, sanki görünmez bir elin bunu engellediğini, ya da bir sürü sorunlar ortaya döküldüğünü söylemiştik. (Bknz. Kozmik Fenomen isimli yazı)

Üzerinde hiç durmadığımız, ve her şey olup bittiğinde tesadüf olarak (etiketlendirdiğimiz; ya da anlamlandırdığımız) tanımladığımız şeylerin, aslında ruhsallığımızdan kaynaklanan gerçekler olduğunu fark ettiğimizde, ister istemez, içimize doğru bir yolculuk başlayacaktır.

Bu insanın çok derinlerinden gelen spiritüel bir arayıştır. Bu yazıyı okumayı seçtiyseniz, ya bu yolculuğa başlamışsınız, ya başlamak üzeresiniz ya da hâlâ fark etmeseniz bile, hayatın içinde, yakınlarınızda bir şey size onu sürekli göstermeye çalışıyordur.

Spiritüel hayatınızı keşfetmiş olmanız, ya da arayışınızı bu yöne kaydırmanız, sizi alışmış olduğunuz pozitif bilimden koparmaya çalışmayacaktır. Aksine, şaşmaz doğrular olarak kabullendiğimiz şeylere ait gerçekliğin sağlamlaşması ve birer dogmalar yığını haline gelmesini engelleyecek, bambaşka bir bakış açısı açacaktır.
Uzay Gökerman
/p>
< < <
< <

<

Simyacı Romanının özünü çoğumuz biliriz:

“Bir şeyi bütün ruhun ve benliğinle istersen; evren onun olması için seninle işbirliğine girer!”

“Her ruhun bir kişisel menkıbesi vardır ve ister bilince çıkmış; farkındalıkla olsun, ister olmasın, onu gerçekleştirmek için yaşar durur.”

Yine bir çoğumuz bu bilgiler üzerinde uzunca süre kafa patlatmış olabiliriz. Bu nasıl bir şeydir, neyi istersem evren benimle işbirliğine girer ya da benim kişisel menkıbem nedir diye? Sonra, benim isteklerim (arzularım değil, buna dikkat edelim) bir başkasının istekleri ile kesişirse evren nasıl davranır ve kime öncelik verir, ya da bir başkasının istekleri doğrultusunda benim yaşantım etkilenir mi? Yok olur mu? Bütün bunların açıklanması çok zor; ya da zaman alacak kozmik fenomenler olduğunu düşünürsek, hata yapmış olmayız herhalde.

Bu anlamda “bakın ben her şeyi biliyorum, şimdi size hayatın gerçeklerini göstereceğim” iddasında değilim. Amacımız burada sütü bir kaba koyup, onu sallayarak içindeki tereyağını bulup çıkarmak, “churn” etmek olabilir. Yaptığımız serüven tamamen yanlışlar da içerebilir. Ama belki burada yaptığımız bir yanlış, başka bir bilincin doğmasına da yol açabilir. Yani düşünmekten bir zarar gelmez diyorum.

Tüketim toplumunun en karekteristik özelliği, popülerliğe önem vermesidir. Onun için günlük idoller, etiketler, isimler, markalar önemlidir. Bilgi de bu anlamda popülerleşir, yeniden üretilir ve sonunda kullanılmaz hale getirilerek bir kenara atılır. Altı ay önce çok popüler olan bir kitap bugün neredeyse unutulur hale gelir. Merak da popüler düzeydedir. Derinliğine inilmesi istenmez, düşünülmez.

Her insanın inandığı bir felsefesi vardır diye düşünürüz. Bir de akıl yürütme yöntemi. Bu bazılarımız için çok önemlidir. Kendi düşünsel üstyapımızın oluşması için yirmi, otuz yılımızı vermişizdir. Düşünsel yapının oluşması bilgi sürecinden geçer. Bize verilen bilginin doğruluğu üzerine kurarız bu inşaatı. Kaynaklar sınırlıdır; taraflıdır. Objektif bakabilmek de bir süreç işidir. Çünkü baştan bizi kuşatan belirleyici ilkeler de vardır. Neyse, sonuç itibariyle bir gün bütün bu bilgilerin yanlış olduğunu öğrendimizde; ya da bize bir başka bakış açısı verildiğinde, yirmi yıllık birikim ne olacaktır? İnandığımız, savunduğumuz ya da bildiğimiz her şeyden vazgeçebilmek mümkün müdür? Bir çok kişi için yeni bir üstyapı kurmak hayatı yeniden yaşamaya benzer. Ya tümden bir vazgeçiş olur, peşi sıra reddediş gelir, ya da düşünme süreci tamamen ortadan kaldırılır. Bilgiye olan inanç yok edilir.

Çağımız böylesi kaoslarla bilgiye olan güvenin her geçen gün kırıldığı tutumlarla karşı karşıyadır. Bilgiye zaten gıdım gıdım ulaşabilen bizler için bütün bunlar üzerine yeni yöntemler kurmak sonra da bunu paylaşmak ta diğerleri için güvensizliktir.

Bu nedenle bilgi sığ algılanmak istenir. Hatta çok uzun bir metin okunmadan şöyle bir göz gezdirilerek, üzerinde hüküm verilmek istenir.

Uzatmayalım...

Bu kadar laf ne için? “Ne olduğumu ve istediğimi bilirsem evrensel olan yasa ile o kadar uyumlu hale gelirim.”

Maalesef farkındalık dediğimiz şey toplumsal bir bilinç düzeyine ulaşamıyor. Bunun önündeki engelleri yukarıda, bir yönüyle açıklamaya çalıştım.

Kapitalistleşme süreci hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının metaryalist bakış açısı ile bakılmasını doğurdu ve destekledi. Diyalektik Metaryalizm her anlamda egemen felsefi üstyapı kurumu halini aldı. Böylece bilindik, bilinmedik bütün inanışların içine pozitif akıl yürütme yöntemleri yerleşti. Bütün bunların yanlış olduğunu iddia etmiyorum elbette. Düşünme sistematiği anlamında hiç bir sorun yok. Madde kendi başına bir şeydir ve yaratılma-yaratma çelişkisinin dışında bir varoluştur.

Bunun dışında içinde zihnimizin bulunduğu ruhsal bir varlığımız vardır. Ruh ile madde birbirinin
antagonistik (uzlaşmaz) bir çelişkisi değil, birbirleriyle uyum halinde iki varoluştur.

Bugün ruh ne kadar kirli ise madde de o kadar kirlidir. Ruhun entropik* enerji düşüşü ne ise maddeninki de odur. Kaos teorisinde madde ve enerji nasıl bir düzensizlik yaratıyor ve bu bir yerlerde toplanıyorsa, ruhun ürettiği ya da tükettikleri de bir yerlerde (süptil alan) toplanıyor.

Binlerce yıl boyunca ruh ile madde birbirine düşman algılandı, durdu. “Ruh mu maddeyi, madde mi ruhu yarattı?” sorusuna cevap aradı filozoflar.

Ruh farkındalığı içsel bir süreçtir... Bu sürece anlam katan şeylerden bir tanesi Simyacı Romanı’nda özetlenen: ne istediğimin farkına varıp, onu tüm benliğimle istemek ve menkıbemi yaşayarak evrensel olanla uyumlu hale gelebilmem.

Bu farkındalık düzeyinin üst aşamaları biraz daha karmaşık yaşanacaktır. Daha önce de vurgusunu yaptığım gibi, ruh kendi menkıbesinin farkında da olmayabilir. Fakat içsel karmaların içinde kayıtlı olan ve ruhun bilince çıkaramadığı bir farkındalık vardır. O farkındalık evrensel olanla uyumsuzluğu her düzeyde denetler ve ona yeni yollar açar.

Birçoğumuz, “İstiyorum ama olmuyor. Gerçekten çok isteyerek yapıyorum ama evrensel güçler benimle işbirliğine girmek bir yana, köstek oluyor” diye fazlasıyla tecrübe yaşamıştır ya da yaşıyoruz.

Burada bir ikinci yasa devreye giriyor işte. Kozmik fenomenin en gizemli taraflarından bir tanesi.

Evrensel güçler kişinin kendi menkıbesinin dışında bir isteği (ki bu istek çoğu zaman maddi arzular halinde ortaya koyuluyor) kabul etmiyor. Hatta onun gerçek olmadığını ispat etmek için kişiyi olmadık süreçlerin içine sokuyor. Deneme yanılmalar peşi sıra birbirini takip ediyor. Kişi bazen yıkımla karşılaşıyor. “Ben bunu hakketmek için ne yaptım?” diyor. Sonuç eğer bir isyansa ve yeniden aynı şeyi deneme sürecine girmekse bu sefer başka bir yıkım kapıda bekleyecektir.

Evrensel güçler kendisine yabancı olan şeyi kabul etmemektedir. Bu sürecin, farkındalık bilinci yaşayan bir ruh için daha büyük sınavlar yaratacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bu nedenle ilk soru çok önemlidir.

“Ben kimim?” Sonra:

“Ben ne istiyorum?”

“Ben ne için yaşıyorum (beden alıyorum) ?”

“Nereye aitim?”

İşte o gerçek süreç bundan sonra başlayacaktır. Tam bu noktada, ruh ruha (üçüncü göz) baktığımızda (drishti), o kişinin ruhunun farklılıklarını görebilmek mümkün olabilecek ve her ruhun evrensele farklı bir renk verdiğini ve menkıbesi olduğunu fark edebilmemizi sağlayacaktır. O zaman ruhların benzer istekleri, evrensel olanda kimin rolüne uygunsa ona verilmesi ve onunla işbirliğine girilmesi sonucunu doğuracaktır.

Evrensel olan bir karmaşa değil, kendi içinde mükemmel işleyen yasalarla örülüdür. Ben her şeyi biliyorum ya da bileceğim diye iddia etmek de bu anlamda faydasızdır. Bir çoğumuz tonla kitap okuyor ya da bilgi depoluyor. Ama önemli olan o bilginin hangisinin bizim menkıbemiz için olduğunun farkına varabilmektir. Ruh bir ansiklopedi de değildir. Kozmik fenomenoloji bu anlamda her ruhun ihtiyacı olan bilgiyi de doğru istediğinde karşı çıkması için ilişkiye girecektir.

İstiyorum oluyorsa, doğru yerde ve farkındalıktayım; olmuyorsa, o zaman kişisel farkındalığımı gözden geçirmeliyim.
Yazının Yayınlandığı Dergi
http://www.indigodergisi.com/gokermanuzay_10_05.htm




* Entropi: Daha çok bilimin termodinamik dalı içinde kullanılan bir terimdir. Düzensiz enerji ve onun niceliğini araştırır. Felsefede kaos tartışması içinde kendine yer bulur. Evrende enerji sabittir ve ancak bir enerji formundan diğerine dönüşebilir. Bununla birlikte her dönüşüm sırasında bir kayıp olur ve bu da düzensizliğin artışı demektir. Yazıdaki anlamı ruhun en yüksek formundaki enerjiyi yitirme süreci olarak anlatılmaya çalışılmıştır.

/p>
< <